YİNE ÜNİVERSİTE YILLARIM

09.08.2008 12:16

Polis 12 Eylül sonrası, biraz da “Kürtçü” öğrencilerin katkısıyla, ilk kez İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’ne girmiş. 89 ya da 90 yılı, karıştırıyor olabilirim. İletişim Fakültesi ana binanın dışında olduğu için yemek için her öğlen ana binaya girmek zorundayız. Ve polis her seferinde bizi tepeden tırnağa arama sevdasına tutulmuş.

Bunu yapanların “siyasi şube” olduğunu, kapıda sürekli görev yapan polislerle gayet insanca ilişkimiz olduğunu unutmadan söyleyelim.

Yanımda bir arkadaşım yine o muhteşem boğaz manzaralı yemekhanemize gidiyoruz. Günlerden Pazartesi ve çok büyük ihtimalle Trabzonspor Pazar günü yenilmiş, sinirliyim çünkü, hiç tadım yok.
Her türlü otoriteye karşı biraz dik başlıyım, oğlum da öyle, şu tarafa diyorsun tan tersine doğru vuruyor yola, iyi ki de öyle, neyse, kapıdan her girişte polisin işaret ettiği yerden değil kendi istediğim yerden girme konusunda ısrarlıyım ve genellikle benim istediğim oluyor. Tabi böyle olmasında sabit görevli polislerin beni tanımasının da etkisi var, her gün girip çıkan bir öğrenciye kimlik sorma saçmalığı aslında onların da onayladığı bir şey değil, biliyorum.

Arkadaşım turnikelere yöneldi, ben her zaman ki yerden, büyük kapıdan giriyorum. Birden davudi bir ses yükseldi; “Buradan birader, ordan geçiş yasak.”
Herkesin yakından tanıdığı pos bıyıklı siyasi şube komiserini gördüm sese dönünce. Yokmuş gibi davranıp içerden dolanarak arkadaşımın turnikeden geçmesini bekliyorum. Bana “üstelemeyen” komiser, arkadaşımı polis noktasındaki odaya çekerek didik didik aramaya başladı. İstanbul Üniversitesi Ana Kapıyı bilenler, yüzlerini kapıya dönüp sol taraftaki küçük odaya bakarlarsa, olay yerini görebilir, karşısı da postaneydi zaten, şu an ne bilmiyorum.
Bekle bekle çıkmadı arkadaşım, sonra bir çığlık, nasıl attıysam kendimi resmi polislerden biri silahına davrandı, diğeri onu tuttu, odanın içindeki manzara şu: Siyasi polis arkadaşımı saçından tutmuş çekiştiriyor. Nasıl olduysa bilmiyorum, kendimi o polisin üstünde buldum, uçmuşum herhalde bilmiyorum. Küfrün dayağın bini bir para, ama zerre geri adımımız yok, içerisi kırılıyor!

Resmi polisin telsizle yardım istemesiyle “hayatımız kurtuldu”
aslında. Belli ki resmi polis diğer öğrencilerin de olaya karışabileceğini düşünerek “merkezi” konudan haberdar ediyordu, işte bu “görev aşkı” aslında bizi de olası bir linçten kurtardı. Zira bu telsiz konuşmalarını duyan gazeteciler, en başta da bugünün Kanal 1 Genel Yayın Yönetmeni Murat İde hemen harekete geçince telefon ve anons yağmuru başladı. Kimliklerimize el koyup ifade alınması için yakındaki Beyazıt Karakolu’na gitmemiz gerektiğini, kibarca, söyledilerse de, yemedik tabi, “Burası benim okulum, dersim var, şudur budur, ben o karakola gelmem, burada alın ifademizi” filan, öğrenci arkadaşlar da toplanmaya başlamış, hasılı “siyasiler” pes etti ve paçayı kurtardık. Ama bunun bir rövanşı olacağına emindim ve o günden sonra hep tetikteyim..
Sonra birgün Kapalıçarşı’yı adımlarken bir köşe başında bu meşhur “siyasi şube komiseri”ne rastladım. İkimizde de bir tedirginlik, eh bendeki daha fazla tabi, silah onun belinde ne de olsa “Ne oldu” dedi..
“Ne olacak okula gidiyorum bir anda karşıma çıktınız” dedim..

“Tesadüfen oldu, ben deli miyim seninle uğraşayım” dedi “Deli diyorlar senin için, işkencelerin meşhurmuş hatta” dedim “Herkes bişey diyor, ama kimse neler çektiğimizi bilmez” dedi “Ben biliyorum neler çektiğinizi, gözlerimle gördüm, genç kızların saçlarını çekiyorsun” dedim..
Güldü. Köşedeki lokantada çorba içmeyi teklif etti. Faşistlerle aynı yerde oturmam dedim, ben faşist değil memleketeni ölesiye seven sade bir vatandaşım dedi, ısrar etti, koluma girdi..Biraz da istem dışı, kendimi lokantada buldum, meşhur havuzlu lokanta.

“Siz solcular bizi çok rencide ediyorsunuz” dedi ve başladı. “Aslında biz o gün size zarar vermek niyetinde değildik. Ama sen ve arkadaşın öyle bir havayla geçtiniz ki, kendimizi aşağılanmış hissettik, bizim de haysiyetimiz var, memurların yanında zoruma gitti”
“Haysiyetinize sahip çıkacağınız yer üniversiteler değil, okulun tam karşısında Mc Donals’s açıldı, orada sahip çıksanıza haysiyetinize”

“Hangi takımı tutuyorsun sen” dedi, aniden, siyasi..
“Her harbi Trabzonlunun tuttuğu ve her devrimcinin tutması gereken takımı” dedim.
“Anlamıştım zaten Trabzonsporlu olduğunu, bize küfrederken şivenden de belli oluyordu. Ben de Karadenizliyim, Orduluyum” dedi..” Ama Galatasaraylıyım”
“Ben de” dedim, “senin Karadenizli, ama özünden habersiz bir Karadenizli olduğunu anlamıştım. Harbi Karadenizli olsan Ordusporlu olurdun ve iktidar takımlarına paryalık etmezdin” dedim..
“Ama Trabzonspor’u da tutuyorum ben” dedi. “Tutamazsın” dedim. “Neden?”
“Çünkü Trabzonsporlu olmak yürek ister, özveri ister, emek ister. Sen daha Ordusporlu olamamışsın, nasıl Trabzonsporlu olacaksın?”
“Birşey anlamadım valla”
“Bir şeycik olsun anlayabilseydin zaten, memleketleri için kaygılanmaktan ve onun için iyi bir şeyler yapmaya çabalamaktan başka suçları! olmayan genç üniversitelileri acımasızca dövüp işkence etmez ve bundan vahşi bir haz almazdın. Daha en baştan “İktidar”a oynayıp, kendince hayatını garantiye alıyorsun, ama kararttığınız gelecek, çocuklarınızın da geleceği, bunu görmüyorsunuz, göremiyorsunuz”
“…”
“Susarsın tabi..”

VURUN VOLKAN KONAK’A!
Vay! Sen misin! Trabzon’un gururu; sen misin! Türkiye’nin en çok konser veren sanatçısı; sen misin! yılda en az 10 kez köyüne ve yaylasına çıkan, araçla çıkılamayan yaylaya tüm birikimini gömen; sen misin! kurduğu her cümle memleket kokan, her platformda memleketini savunan ve ona sahip çıkan; sen misin! yerel basın devekuşlarını oynarken Çernobil sonrası ortaya atılan resmi tezleri çürütüp tek başına kansere karşı savaş veren; sen misin! Bu kentin ne kadar değeri varsa ayrımsız sahip çıkan; sen misin! Kazım’ın emanetlerine sahip çıkan; sen misin! attığı her adıma, aldığı her nefese memleket havası ve kokusu bulaştıran; “Al sana, al sana! Demek İslam ülkesinde kadın olmak istemezsin ha!
Demek Trabzon’da Zorlu’dan başka yerde rahat etmezsin ha!?
Seni gidi aydınlığın ve içtenliğin kara şövalyesi seni!
Zorun nedir, ne güzel kadınlarımızı sömüre-çalıştıra gelen bir geleneğimiz var, ne diye çomak sokarsın bu işe? Bu işten çıkarın ne?
Kadınlarımız rahatlarından memnunken sana ne oluyor ki? Sen Trabzon’a geldiğinde git Zorlu otelinde istirahat et, rahatına baksana!
Bizi kendi karanlığımıza bırak, biz böyle mutluyuz!
Ayşe Hala, Fadime teyze, Leman abula! Sakın bu Volkan Konak’ı ciddiye almayın, o komonisin tekidur!?”

Zavallı şehrim benim..
Geçmişine dehşetli özlem duyan kültürler beşiği şehrim..
Belki de yaşayan en büyük markasını,Volkan Konak’ı, söylediği, ve aslında bu ülkede yaşayan milyonlarca kişinin de söyleye geldiği bir düşünceyi dile getirdi diye, “medya” marifetiyle linç etme vandalizmine batmış zavallı şehrim..
“Trabzon’da en çok rahat ettiğim yer bilmem ne otel” cümlesinde saklı olan ve ilgili otelin müdüründen garsonuna tüm personeliyle kurduğu insanca dostluktan beslenen insanca bir duygudan, insaf sınırları içinde kalınarak anlaşılamayacak bir “kin ve garez” üreten yalnızlığa mahkum edilmiş kentim benim..

Sevgili Trabzonum..

Her türden ahlakı anında yok sayan ve ait olunan zümrenin çıkarlarına uygun olabilecek her çeşit “saldırıyı” rasyonalize eden, utanmadan edebilen, bir zihniyetin gölgesi altındasın. Bu “kutsal” kent, tarihinin hiçbir döneminde “sakil zihniyet”lere teslim olmamıştır, olmayacaktır..Bu çağdışı dönem ve bu dönemim “her türden” temsilcisi zamanı geldiğinde tarihin çöp sepetine atılacak ama sanat ve sanatçılar yaşamaya devam edecektir, bunu sen de biliyorsun.
Biliyorum…Bekle, üç güne geliyorum..

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: