Bilmem neden, bayram arifesinin heyecen dolu gecesi için köyümüze, Zavzaga’ya doğruSeyfettin amcamla, amcaların en güzellerinden biriyle koyulmuştuk yola. Heryere elleri dolu dolu giden amcam, bayram abartısını da abartınca benim iki kolum da dolmuştu: Karpuz ve Gudukli Arakli ekmeği..
Trabzon’dan Araklı’ya kadar kolay olmuştu gidişimiz, Ama bayram trafiği nedeniyle belli ki köye çıkışımız sorunlu olacaktı. Karadere yukarı giden bir Pervane(köyü) minibüsüne bindik. Çocukluğumun idolü “İllaz (İlyas Kınalı) dayi”m ve zamanın en afili arabası “yeni kasa ucubik Anadol’u da” ortalarda yoktu, Pervane minibüsüyle Kaşıkçı yoluna düşüşümüz bundan. Kaşıkçı dediğimiz, Muhammed dedemin yıllarca esnaflık yaptığı bir “ortak pazar”
Burunlu Kırmızı Ford’umuz (Orjinal Alman), Karadere üzerindeki köprünün yanıbaşında durdu, gün geceye dönmüştü çoktan, bir Mayıs akşamıydı, altımızda gürül gürül bir memleket türküsü akıyordu, burunl ufordumuzun motorunun sesiylşe karaderenin türküsü birbirleriyle atma türki yarışına girmişti, amcamla ben ay ışığının gölgelediği iki siluet olarak köprüden geçiyorduk..Kimbilir ormanın içine saklanmış kaç vahşi hayvan ve kaçak bizi izliyordu..
Köprüyü geçip “kale” dediğimiz patika yoldan vurduk köy yukarı. Amcam dünyanın en anlayışlı amcası, baba yarısı değil, fazlası… Hep eğlenceli şeyler anlatıyor, onlar kesmezse Trabzonspor’un rakiplerini nasıl şamarladığını, nasıl tezahürat yaptıklarını, Ali Kemal Denizci’nin rüzgarla yarışını, Dozer Cemil’in ahlakını ve efendiliğini…Amcam, o küçük yüreğimle, tüm bu “iyi” şeyleri, ormandan korkmayayım diye anlattığını düşünebileceğimi bilmeden, virajları döne döne çıkıyoruz Kale’yi, her adımda o güzel adamı biraz daha severek…
Küçük bilmeceler soruyor yolda bana; “İki dağ arasında bir bardi bağurur, nedur?” “Bardi nedu emice?” “Ula bardi nedur bilmiy misun? Artık biliyordum bardinin ne olduğunu, çakalmış, bilmecenin cevabını daöğrendim; Gavara..
Geceydi.
Ama ne komar çiçeklerinin kokusu ne de ormanın içindeki o muhteşem senfoninin aşkla titrettiği yaprakların solosunu örtmüyordu karanlık.
Bir çeşme başında soluklanmaya karar verdi amcam, kendisi için değil elbet, torunu için…Yükümüz ağırdı. Çeşme dediğim, kayalıkların aarasından yer yüzüne sızıvermiş bir pınar, içmek için musluk gerek. Amcam hemen buldu musluğu, sanırım bir meşe yaprağıydı, o becerikli elleri, pınarla yaprağ ıbuluşturdu, dünyanın en tatlı suyunu içtim o gece..Dünya’nın en güzel amcasıyla..
Kalkmaya yakın, bazı sesler duyduk, amcam temkinli ama belli etmiyor bana.
“Biraz daha oturalım tornum” dedi, “bakalım kim geliy, belki iki lafun belini kiraruk”
Geceydi.Sesler yaklaşıyordu.
Yüzlercekaçağın dolaştığı Karadeniz ormanlarında geceleri değil lafın, her şeyin beli kırılabilirdi. Belini kontrol ettiğini, beni, bana çaktırmadan ağacın dibinedoğru çektiğini, sonra gelenlere ben buradayım derecesine nara attığını hatırlıyorum. “Hey gurban olduğumun makinesı( El yapımı Parabellum ), adami hiç yolda komaz, tetiğe dokundun mu yakar adami!
Üç kişi geldi kahkahalar atarak, amcamı sesinden tanımışlar. Silahlar yerlerine! Gelen üç kişiden biri çarşı ekmeklerinden birinin “kuduğundan” kopardı, ensevdiğim yeri, ben bile kıyamazken.. Amcam bilirdi bu tutkumu, bağırdı; “Ula Helim (Halim) golla kendini oğlum,tornumu çok kızdırdın, o ekmeklerin guduği içun zay adam vurur!”
“Vurulmadan kaçalum” dedi ve gitti o üç adam, kahkahalarla. Karanlığın içinden çıka gelmişlerdi, karanlığın içinde kayboldular yine..
Geceydi.
Önce Kale’yi düzledik 15 dakikada, sonra Yakup ağabeylerin evini geçerek Muhammed dedemin Ayşe Nenemin, doyamadığım nenemin evlerinin başındaki çeşmeye arkadaş olduk.
“İç tornum iç da bak, ne gada lezzetlidur habu su”
İçtim, sahiden de çok tatlıydı. Bir daha o tadı bulamadı tornun emice..
Nihayet köy evimizin doğu kapısındayız.
“Tak tak tak”
Kim o diye sormadan açıldı kapı. Öyle ya, Ginalooon (Kınalıoğlu’nun) Hacı Murat’ın kapısını çalmak herkesin harcı değil, çalan kesin “Ginaloollarındandır”alışkanlığıyla açıldı kapı. O açılan kapıyı nasıl anlatmalı bilmem…Sanki bir cehennem karasına açılmış bir ayin evi
Erkeklerin sohbet ettiği Harem odasını teğet geçtik, direk Aşhana’ya (mutfak).
Amcam;
“SelamunAleyküm”
“Abula”, (annem), evin gizli reisi, kollarıma bakıyor önce, “uuu egi uşak eldi(öldü) yorgunluktan, Naciye (diğer amcamın eşi, yengem) al havuları elinden daa egi”
Annem bunları söylerken, bir eliyle de tavandan sarkan zincire asılı kara güğümü kontrol ediyor, bir yandan da üçlü sac ayağının üstündeki kışla tipi tencerede gözü. Tencerede ne olduğunu amcam da ben de daha kapıdan girmeden anlamıştık.
Dünyanın en becerikli ve hızlı ellerine sahip olduğunu ciddi ciddidüşündüğüm annemin, oflandan (raf) büyükçe bir tabak alıp tencerenin kapağını açışını, tabağı ağzına kadar doldurup amcamla benim elime de birer çatal tutuşturuşunu nasıl anlatmalı bilmem.
Annemin yoldan gelen iki oğluna, annem amcamı da çocuğu gibi severdi, İstanbul’da sıradan bir lokantada 4 porsiyon olarak rahatça servise yetebilecek bir tabağı verirken ettiği kelam şuydu;
“Uşaklar tadina bakun bakayim iyice pişmiş mi, benim ağzumun dadi bişe bozuktur, ben anlamayrum.”
Keşke dünyanın en güzel amcasını ve yengesini söküp almasaydı hayat aramızdan,yine gelebilseydik bir akşam üstü o kapıya ve yine o tencereden hayatın en güzel armağanını, dipsiz sevgini sunabilseydin bize, sarma kılıklı..
Bir Cevap Yazın