Ortaokul arkadaşım Gültekin’le okuduğumuz Maşatlık Ortaokulu’nu “kırarak” limandaki “beyaz taş” dediğimiz yere “güya” yüzmek için gitmiş ve hayatımın en büyük ve belki ilk travmasını kalbime kazımıştım.
Gültekin beyaz taş’tan biraz açılınca kum teknelerinin kum çektiği yerde oluşan “anafora”a kapılmış ve çırpınmaya başlamıştı. Onu kurtarmak için denize atlayan ağabeyler bir yandan beni korumaya alırken bir yandan da Gültekin’i kurtarmaya çalışmış ve içlerinden biri de boğulma tehlikesi yaşamıştı.
Gültekin’i kurtaramadık…
Ondan sonraki ayların benim için nasıl geçtiğini yazarak anlatmak mümkün olur mu bilmiyorum.
Hayat akıp gidiyordu, unutturuyordu en büyük acıyı bile, okudum , adam olmaya çalışıyordum, İstanbul’da gazetecilik yapmaya başladım, ve tam 25 yıl sonra, kimi acıların asla unutulamayacağını paslı bir çiviyle beynime çakan bir sahneye esas oyuncu olarak sürüldüm.
Aytekin’lerin evi Çömlekçi civarındaydı, Maşatlığın, Arafilboy’un limana bakan o daracık sokaklarındaki sarı ya da kiremit rengine boyalı evlerinden biri.
Meydan tarafından Arafil’e gelirken, sağda Gençlerbirliği Spor Kulübü lokali vardır, onu biraz geçince de mağaralara ve okulumuza giden rampa.
Çocukluğumun anılarını takip edercesine Meydan’dan eski okullarıma (ilk ve ortaokullarımız yan yanaydı) yürüyordum, o yokuşu çıkıyordum ağır ağır, aklımda bin bir anı, yukardan yaşlıca bir kadın aşağı doğru yürüyordu , birbirimize yaklaşıyorduk, gözleri bendeydi , neredeyse yan yana geldik ve durdu kadın, gözlerime baktı:
“Ula sen Mekbule (Makbule)’nin gara uşağı değil misun”
“He anacığım oyum”
“Gültekin’le havurdan (yokuşun başını göstererek) yukarıdoğru bile (beraber) çikardunuz, yaşasaydı gene bile gelurdunuz , o da senun kadar büyümüş olurdu”
…
Gültekin’in annesiydi. O anı tam kavrayabildiğimi söyleyemem, neler söylediğimi de hatırlamıyorum, hatta nasıl vedalaştığımı bile…Ama evlat acısının ne demek olduğunu o Maşatlıkta (Malta taşlı) o an kazıdı ruhuma
…
Okumaya düşkündüm. Okudukça Dostoyevsky’nin Alyoşa’sından Peyami Safa’nın Merve Safa’sına; Ümit Yaşar’ın Vedat’ından Halit Fahri Ozansoy’un Gavsi’sine; Sheaksper’in Hamnet’inden Abdülhak Hamit’in Hüseyin’ine, Recaizade Mahmut Ekrem’in Nijad’ına kadar pek çok babanın-annenin evlat acısıyla nasıl perişan olduklarını gördüm.
Reşad Ekrem Koçu’nun, Peyami Safa’nın oğlunun Edirnekapı Şehitliğine defnedişini şöyle tasvir etmişti
“Defnedilen sanki Merve Safa değil de Peyami Safa idi”
Peyami Safa da diğerleri gibi bir daha kendini toparlayamadı ve oğlunun ölümünden sonraki hayata sadece 3.5 ay dayanabildi.
Dostoyevsky’nin insan aklını zorlayan kimi zaman da yıkıp geçen cümlelerinin sırrının da, yaşadığı Alyoşa acısının teselli arayışları, ruhun sığınakları olduğuna inandım.
***
Sayın Aziz Yıldırım, bugün de sportif cezalandırmalarda temelden karşı olduğum “hapis cezası” ile yaklaşık bir yıl tutuklu kaldıktan sonra ceza evinden tahliye oldu ve bir zaman sonra da, Sayın Sadri Şener’in tespitiyle “siz varken Fenerbahçe TV’ye ne lüzum var, hatta onlar sizden daha objektif” dediği bir tvde canlı yayına çıktı. Aziz Yıldırım’ın bu programda sarf ettiği sözleri yinelemeyeceğim, her dinleyişimde biraz daha fazla acımaktan başka bir etkisi olmadı bana. İsteyen Google emmi de o programıbulur ve söylenenleri dinler.
Bir insan çok büyük bir haksızlığa uğradığını düşünebilir, bunda haklı da olabilir hiç önemli değil.
Bir insan tam bir yıl boyunca hayatı demir parmaklıklar ardından izlemenin etkisiyle bir öfke yığınına dönüşebilir, anlaşılır bir öfkedir. Siyasi bir suçlama nedeniyle kısa bir süre yattım, deliriyordum
Bir insan daha önce iyilik yaptığı bir kişinin ihanetine uğradığını düşünmek gibi, kendini kontrol etmekte zorlanacağı bir insanlık halinin esirine de dönüşebilir. Hepsine eyvallah. İnsanız…
Ama hiçbir insanlık hali, canlı yayında ve milyonlarca insanın izlediği bir programda bir babayı kaybettiği evladı üzerinden vurmayı tolere etmeye yetmez.
Ben o soruyu;
Başta o yayın sırasında AY’ı konuk eden RD,FA ve GO olmak üzere, bu sözlere değil tepki göstermek, herhangi bir zemin ya da zamanda bu “sorunu” gündeme bile getirmekten imtina eden, korkan, düşünemeyen, önemsemeyen tüm gazetecilere sordum.
Vicdanı olan herhangi biri bu sözleri yok sayamaz. Bu soruyu tam 1 yıl sonra sorabilmemin nedeni, mesleki fikri takiptir ve bulabildiğim ilk fırsatta da sorulması gereken bu vicdani soruyu sordum.
Sayın MAA’nın bu soruma “ Aziz bey beni o konuda aradı, özür diledi ve üzüntülerini bildirdi” yanıtı vermesi de bir ihtimaldi, vermedi, veremedi, keşke herkes bu yanıtı duyabilseydi ve toplum olarak kazansaydık, hepimiz…
Kimileri “yaw üzerinden 1 yıl geçmiş” şavulluğu, kimileri “yaw tuzak soru” mallığı, kimileri “Yaw Aziz Yıldırım kadar taş düşsün başına” zeka özürlülüğü performansları sergilediler.
Aziz Yıldırım üzerinden Türk sporundaki “pisliğin”temizleneceğini zanneden alıklardan hiç olmadım. Bazı konularda haksızlıklara uğradığını da biliyorum. Sayın Yıldırım, sevincini ve onurunu çaldığı Trabzonsporlu çocuklardan özür dilediği gün benim için de bu mesele kapanacaktır.
Bir yıldır suskun kalan meslektaşlarım, attı mı uçan kuşu vuran stratejisysen ve püriten çakallar.
“Ben insanı, hayatı, ahlakı ve adaleti karşılıksız sevdim, ben sizden değilim…”
Eleştiri Tepki Ve Küfür
Duygusal bir konu olduğu için benim hassasiyetimi, mesleki ve ahlaki sorumluluğumu hiçbir şekilde anlamayıp bana öfke duyup küfredenler oldu. Galiz olanlar hariç hiçbiri için mahkeme yoluna gitme fikrinde değilim.
Ellerine geçirdikleri kimi medya organları üzerinden, genellikle de radyo programları, kendilerince bir dinleyici kitlesine sahip birtakım geri zekalıların da, benim gazeteciliğimi filan sorguladıklarını duydum. Kaçı paralı asker, kaçı araştırma gereği duymadan yorum yapan çapsız hödük, kaçı öfkeyle kendini kontrol edemeyen ama özünde iyi insan bilmiyorum elbette, gereksiz yere günah almak istemem. Ama benim gazeteciliğimi sorgulamak mesleki ya da akademik bir çap gerektirir.
Hakaret içeren cümle kuran bir iki isim varmış, onların da bir gün karşılarına çıkıp aynı cümleleri yüzüme karşı kurmalarını isteyeceğim. Bakalım kaç kuruşluk adamlarmış.
Bir Cevap Yazın