Sabah işverenimle kaldığı otelde sabah kahvaltısında buluşmak için sözleşmiştik. Başkent’in görünürdeki basit trafik düzeninin Melih Gökçek marifetiyle nasıl içinden çıkılmaz bir hale geldiğini anladığımda randevu saatine 40 dakika kadar geç kalmıştım. Ancak kahvaltı salonunda ne işverenim vardı ne de ağabeylerin en güzeli, şükür…
Bekledim epey bir, lüks otellerin ucuz hizmetlerinden günlük gazetelere daldım bir zaman, gelen giden yok. Aşağı yukarı 1.5 saatlik bir gecikmeyle geldi beklenen, yüzü gözü solgun. Selamlaştık, daha ben neden geciktiniz diyemeden, belalısı olan tansiyondan söz etti, sabahın dördünden beri nasıl uğraştığından, ense köküneki dayanılmaz ağrıdan filan. Sonra, alışılmış garson geldi, yarım çay bardağı tazı sıkılmış limon istedik, içtik, birkaç dilim birşey yedik, bir yarım bardak daha…Aynı otelde tohumcular zirvesinde konuşmacı olmanın ve konuşamayacak kadar baş ağrısı çekiyor olmanın derin sızısı, davet sahibinin ayağına kadar gidip, “özür beyan etme” nezaketine engel olamadı.
Çıktık, çıkılacak olan yerden, “Arkadaşımın hastanesi var Keçiören’de, ben oraya gidiyorum, sen de gel istersen (meali: Gel!) , “abi arabayla geldim” dedim, “bırak arabayı burada aynı arabada gidelim” yanıtını aldı, aynı arabayla Keçiören Hastanesi’ne düştük. Maksat geçmeyen baş ağrısını ve düşmeyen tansiyonu kontroolü bir şekilde makul seviyye çekmek, çektik şükür.
Hemşire kız tansiyonlarımızı ölçtü bir zaman sonra, benimki merak, ama sonuçta ortaya çıkan değerlere göre hasta olan ağabey değil benmişim! Ailede tansiyon sorunu geleneksel olduğu için çok önemsemdim, portakal orda kal hali hakim olmaya hazırdı ki, hemşire kız telaşlandı; beyfendi size hemen müdahale etmemiz gerekir, çok tehlikeli bir sınırdasınız!! Ben kendimi iyi hissediyormuşum filan hiç önemli olmadı, çok sevgili ağabeyime “arkadaş” olarak girdiğim hastaneden “müdahale gerektiren tansiyon hastası” olarak çıkmanın tarifsiz duygularıyla çıktım. İyi tarafları da varmış aslında, nereden baktığımıza bağlıymış vesaire vesaire…
Çok sevdiğim ağabeyim kolayca normale döndü, benim önüm açık, ne de olsa gencim:)
Sadri Şener’in, Fenerbahçe’nin Kayserispor’a verdiği kalecisi Volkan Babacan’ın yediği “hatalı” gollere ilişkin açıklamalarını konuştuk hastane odasında, ben isabetli oldu dedim, birçoğu aksini. Sayın Şener’in “sürpriz” çıkışlarına alışkın olduğum için çok garipsemedim ve aklıma şu geldi; Aynı maçta Fenerbahçe’den Kayseri’ye giden Önder Turacı transfer şartı gereği Fenerbahçe’ye karşı forma giy-e-mediyse, Volkan Babacan’ın bu şarta bağlanmaması sizce de komik ve düşündürüc değil miydi? Volkan Babacan’ın tamamen kaleci şanssızlığı sonucu o golleri yediğine inanıyorum, ama soru şudur;
Trabzonspor takımı, Ankaragücü karşısında kiralık verdiği futbolcunun ayağından yediği golle 2 puan kaybederken ne kadar asil ise, aksi şekilde davrananlar da o kadar kendileri değil midir? Volkan Babacan yerine Kayseri kalesinde Tolga Zengin olsaydı ve Trabzon aynı şekilde kazansa İstanbul medyası neler yazardı?
Bu sorunun yanıtı, Türk sporundaki ahlaki seviyenin de belgesi olacaktır.
Bir Cevap Yazın