Usta yazar Oktay Akbal 1946’da yazdığı “önce ekmekler bozuldu” adlı kitabında ikinci dünya savaşı gölgesindeki bir delikanlının tüm duyarlılıklarını dile getirir. Naiv ve sürükleyici öyküler bütünü bu kitabı okumanızı tavsiye edip bugüne gelelim.
Fotoğrafımız; fonda ilkeler ve endüstriyel futbol, sahnede 4 figür var
Demirören, Sağlam, Denizli ve Beşiktaş
Figürlerin karşısına birer cümle yazalım şimdi.
Demirören: Ben varken Denizli BJK kapısından giremez.
Denizli : Devre arasında takım almam!
Sağlam : Harcandım! (70 maçta tek bir ışık vermedi)
Beşiktaş : Kurtar bizi Seba!Bu 4 figürün içinde, duruşu ve söylemleriyle beni en çok ilgilendiren, haliyle de şaşırtan, Mustafa Denizli oldu. Kendisi her ne kadar pek çok olay karşısında “ne kokar ne bulaşır” fotoğrafı verse de, kabul etmeliyiz ki belli bir kültürü ve vizyonu içselleştirmiş ve bu iç dinamikten de tutarlı bir spor adamı portresi çıkarmıştır. ÇıkarmışTI daha doğrusu, zira daha Ertuğrul Sağlam’ın dumanı tüterken, hem sosyal etik hem de kişisel tutarlılık açısından dip yapan bir aceleciliğin öznesi olmayı içine sindirebilmiş olması, bizdeki “Denizli” imajını fena halde sarsmıştır.
İkincil önemli figürümüz ise Yıldırım Demirören. Başkan’ın Beşiktaşlılığından ve renklere bağlılığından şüphe edileceğini sanmam. Markayı iyi idare edemediğinden emin olduğumuz kadar eminiz Beşiktaşlılığından. Ama, “Ben varken kulübün kapısından giremez” dediğiniz bir isimle, hiçbir şey söylenmemiş pişkinliğinde buluşup anlaşabilmek ve bu durumu normal bir şeymiş gibi kabul edebilmek, Beşiktaş’taki çalkantıların nedeni hakkında da yeterli ip uçlarını veriyor aslında. Sezon başındaki İbrahimler kavgasında takınılan yönetim tavrı ve ilkesizlik istikrarı da aslında yeterliydi bütünü görmek için. Ama başları kuma gömmeyi yeğlediler.
Ertuğrul Sağlam hakkındaki düşüncelerimizi yazdık, tekrarlamanın lüzumu yok. Sayın Sağlam’a önerim; bozuk para gibi harcanmak istenen Şenol Güneş’in iklimine sığınması ve bu kirlilikten olabildiğince uzak kalarak ruhunu temizlemesi olacaktır. Bu ülke iklimi, eminiz ki, Güneş ve sağlam’ın yanına yeni “düzgün” adamlar da yollayacaktır.
Sayın Süleyman Seba’dan bahsetmeyi çok istesem de bunu yapmayacağım. Osmanlının son döneminden her nasılsa bu günlere sarkmış bir “Çelebi” olarak gördüğüm Seba’ya yapılanlar, tek başına, kirlenişimizin açıklanmasına yeter de artar. Bu güzel adamı bile küstürüp kaçıran nesnel koşullar var oldukça, daha çok “adam”ı kaçıracağımız kesindir.
Sayın Mustafa Denizli, kendi isminden referans alan bir ilkeler mozayiğini darmadağın etmiştir, yazık etmiştir
Sayın Yıldırım Demirören; aklın rehberlik edemediği hiçbir aşkın, mutluluk getirmeyeceğinin acı deneyimi olarak siyah beyaz arşivlerde yerini almıştır
Sayın Ertuğrul Sağlam, “adam gibi adam” olmanın mutlak başarı anlamına gelemeyeceğini herkese kanıtlamış ve çoğul bir yalnızlığın dramatik öznesine dönüşmüştür
Çok sevgili Süleyman Seba; Beşiktaş özelinde yaşanan ancak tüm dünyamızı sardığına inandığımız kirliliğin, kendisi gibi “adamların”; “o güzel atlara” binmeleri ve gitmeleriyle başladığının yaşayan belgesi olarak bir kez daha belleğimize kazınmıştır.
Ekmeklerin bozulmasıyla başladı her şey..
AMERİKAN KÖPEKLERİ İŞ BAŞINDA..
Yoksulluğun tüm suçların anası olduğunu bilenlerdenim, ve doğu’daki yoksulluğun bazen tarif edilemez olduğunu da..
Bu ülke halklarını türk ,kürt, laz, çerkez, zaza, yahudi, çingene, arap diye kim ayırıyorsa bu topraklara ihanet ediyor demektir.
Ama hak aramayı Amerikan köpekliği, emperyalizm taşeronluğu olarak algılayan her kim ise şunu bilmeli: Bugün kucağında oturduğunuz Amerika, yarın defolup gittiğinde, ki başka yolu yoktur defolup gideceklerdir, oturmakta kullandığınız organlarınız yüzünüzü kaplayacak ve bu utancı asırlarca taşıyacaksınızERSUN YANAL’A DÜŞEN..
Ersun Yanal’ın “insan” tarafını önemseyen ve Trabzon’da şiddetle ihitiyacı duyulan iç barışa katkı yapacağına inananlardanım. “Son Argonot” başlıklı yazımla karşıladığım ve bu yazının içeriğinde kendisine Ahmet Suat Özyazıcı’yı ziyaret etmesini önerdiğimi izleyenler bilir. Ben yazdım gitti ucuzluğuna girecek değilim, zaten önemli olan da bu değil, sayın Yanal’ın Özyazıcı’yı ziyaret edebilme güzelliğiydi bizi mutlu kılan,
Camia neredeyse bir aydır Yattara transferiyle çalkalanıyor malum. Menajer-ödemeye sıkışmış yönetici işbirliğiyle vizyona sokulan bu film, senaryo yazarlarının işletme maliyetini karşılayamamaıs nedeniyle gösterime girmeden kaldırılmış ve filmin kandırılımış esas oğlanı ortada kalakalmıştır. Ersun Yanal’a yakışan ve bizim de kendisinden beklentimiz, Yattara’ya bir baba şefkatiyle sahip çıkıp onu şehre ve takıma hızla kazandırmasıdır. Hem Ersun Yanal’ın vizyonu hem de Yattara’nın çocuk masumiyetinden referans alan fotoğrafı umudumuzu diri tutuyor.
Bir Cevap Yazın