Bir türlü uyku tutmayan gecelerimiz vardı. Yabani hayvan ve kuş sesleriyle o düşü kurulan sesler kakafonisi, atmosferin zinos çığlıkları gibi birbirine karıştığı çocukluğumuzun soğuk kış gecelerinde , köze oturtulmuş tuğla ile yatağımızı ısıttığımız, el işi yorganların altında sabah zor ettiğimiz karanlıklarımız…
Gün açtıktan sonra da geçmek bilmezdi zaman. “Yukarki” köylerden Pazar yolcularını toplayan burunlu fordun o aşkla bağlayan motor sesi sanki vadide değil de yüreğimizde yankılanırdı. O ses neleri müjdelemezdi ki … Eksik yaşanan ne kadar sevda varsa tamamlayan duygular o makinede toplanırdı sanki
Pazar’dı, Trabzonspor’un maçı vardı. Sarı, kırmızı ya da mavi ne kadar burunlu, burunsuz ford minibüs varsa, Karadenizi’in tüm vadilerinden binlerce elleri nasırlı ağabeyleri, amcaları, babaları; yüzü yayla alı delikanlıları toplar ve Şehir Stadı’nın, Avni Aker’in kapısına getirirdi.
Bizim nesil için o anlarda Dünya’nın herhangi bir yerinde ki herhangi başka bir kapının, bu kapının yanında bir anlamı olmaz, olamazdı. O kapı gurura, sevgiye, haksızlığa isyana ve onurunla kazana açılır; o kapı gireni, emeğin köprüsüyle insanlığın evrensel hasletler vadisine taşırdı.
Sonra büyüdük, Trabzonspor da büyüdü. Bizim yaşımızdı büyüyen, onun endüstrisi.
En çok “sevenler” bu endüstriyel büyümeyi kişisel ya da zümre/cemaat çıkarları doğrultusunda “dönüştürme” siyasetini n tohumlarıyla o güzel bahçeyi kirlettiler. O tertemiz bahçe, çakalların ayrık otlarıyla tanıştı. O çakallar için kendinden olmayan hanımelinin kokusunun da bir kıymeti yoktu, karayemişin insana ruh dinginliği veren gölgesinin de.
Herşey, oligarşi artığı bir vasatın helikopterle o düşler bahçesine indirildiği gün başladı. Trabzonspor düşü kuranların beslendiği kültürden habersiz bir iradeydi o.
O bahçeden derilen güllerin, çiçeklerin kokusuyla sarhoşlayıp varlık nedenleri sıfırlananların safından gelen o iradenin ihaneti ile bahçe zehirle tanıştı.
Her ağaç kendi zehrini gövdesinde taşır. Trabzonspor’un zehri de gövdesinde elbet, lakin sevgi ile, özen ile, birbirine kenetlenme ile tolere edilebilen bu zehir, seccadeli şeytan kıvamındaki siyasilerin projeleri marifetiyle gün gün büyüdü. Kent dinamikleri siyasilerden yana tavır koyarak kişisel ikballeri uğruna bahçenin talan edilmesine sessiz kaldılar.
İradedeki yozlaşmanın tribünlere yansıması eşyanın tabiatı gereğiydi. Tarihsel ve popüler determinizm kendi kurallarını işletti ve tribünler yeni bir taraftar tipiyle tanıştı. Esnaf taraftar!
Tribün esnafı olarak tanımladığım bu güruhların, oligarşi tribünlerinde nicedir üretim yaptığını, çağdaş donanımlardan pek çoğundan yoksun olan bu tipolojinin tribünler yoluyla yeni bir iş tanımı gerçekleştirdiklerini biliyorduk. Ancak bu “sırtlan” kültürünün Avni Aker’e de bu kadar rahat sızacağına ihtimal vermiyorduk. Heyhat, ki, endüstrinin ahlaki kaygıları yoktu…
Oligarşi bebeleri ile mücadele etmenin tek şartı, öznel değerler düzenini endüstri ile hemhal kılmaktı, ama tam tersi yapıldı ve İstanbul Yerel Medyasının oyununa gelinerek “4. Büyük” hipnozu ile altındaki değerler halısı çekildi.
Uğruna mücadele verilen tüm değerler elden gitmiş, ülkenin kaynaklarını siyasiler yoluyla sömüren üç hacimli toraman bebe ile aynı karede poz verilerek kendi tarihine ve varlık sebeplerine ihanet edilmişti. Oysa o karede yer almanın tek bir anlamı vardı; ben de sizdenim, beni de aranıza alın, 40 yılda bir kupa da olursa ne ala!
İhanet buydu. Ve devam ediyor.
Mustafa Reşit Akçay bu ihanet ve fetret devrinin sona erdirilmesi için ele geçmiş en kıymetli fırsatın adıydı. Maddi ve manevi olarak en başta kendi evlatlarınca “kuruma” noktasına getirilmiş bahçeyi yeniden dizayn etme, o bahçede hanidir yok edilmiş sevgi ve saygıyı hakim kılmak için en doğru, belki de dönemsel olarak tek doğru adamdı MRA.
Seviye fukarası, bilgi miskini eleştirilere cevap vermektense bırakıp gitmeyi seçti MRA. Entelektüel düzeyi kendi tarihine nanik çeken kentten bir umudu kalmamıştı belli ki. Kalem oynatmayı saha sonuçlarına endeksli bir esnaflık olarak algılayan düzeye bir şey anlatamayacağını; sahadaki oyuncuları Messi’den hallice zanneden tribünlere “yok yanlış anladınız bu bizim İsmail, İsiyin, Ali, Veli” demenin de doldurulması zor bir boşluk hissi olduğuna inandı ve her şeyi bilenlere fırsat verdi
. Saha sonuçlarına endeksli genç neslin MRA felsefesine duyulan şiddetli ihtiyacı göremiyor olmasını anlamak mümkünse de, 28 yıl şampiyonluk yaşayamamış bir camianın “kanaat önderlerinin” yeni bir sil baştana onay vermeleri bir trajedinin yeniden sahnelenmesinden başka bir sonuç doğurmayacaktır. 10 maçlık nadası göze alamayıp bahçeyi sezon ortasında sürmek birkaç tatlı fidancık daha verecek ve fakat büyük ıslah yine ertelenmiş olacaktır.
Kendim ve ülkenin dağ köylerinde radyo başı heyecanlarına kalp atışlarıyla anlam katan sessiz ama en güçlü dalga adına, Mustafa Reşit Akçay ve ona omuz veren başta 1461 Trabzon idarecileri olmak üzere herkese bir teşekkür borcumuz var.
Fetretimiz sürerken bir yaz gecesi esintisi gibi gelip, kulağımıza, tenimize ve ruhumuza “teselli” üfleyen o ekip var oldukça ; karanlığa, oligarşiye ve haramilere isyan çiçekleri bugün olmazsa yarın mutlaka açacaktır
Bir Cevap Yazın