Birkaç aylık bir bebekken ben, şimdilerin Hacı Seyfi’si “çelik yürek” babam o dönem pek revaçta olan Almanya’ya işçi olarak gitmek yerine, emek-ekmek kavgasını yurdunda vermeye karar vermiş zıpkın gibi bir delikanlı; biri bebek 4 çocuk annesi karısı, bu kararı vermesinde en büyük destekçisi, akıl küpü, vefa ve merhamet abidesi annem, Makbule…
Kocası Seyfullah, dayıoğlu Osman Kınalı’nın teşvik ve yönlendirmesiyle 60’lı yılların ikinci yarısında kurulan Trabzon Çimento Fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlar Makbule’nin. Seyfi bir zaman köyden, Zavzaga’dan gidip gelmeye başlar yeni işine, bir yandan da Trabzon’da başını sokacağı bir yer arar. Çok geçmeden de Değirmendere ile Arafilboy’u birbirine bağlayan Sezai Uzay sokak üzerinde , Araklı Dulköy’lü bir ailenin binasının giriş katını kiralar.
Kar denen kanı kaynamaya hazır genç kız gelinliğini ilk kez bu evde görürüm, bir sabah babam işe gitmek için kapıyı açtığında sokağı beyazlar içinde görünce
“anneee sokağa şeker dökmüşler” coşkulu hayretimi ömrü boyunca anlatır güler Makbule, senin gülüşüne Mona Rosa Makbule…
Bir zaman sonra, aynı evin arka zemin katında, önünde şirince bir bahçesi de olan dairesine geçeriz. Yoksulluğuyla mutlu, hüzünleriyle zengin anılar birikir bu evde de. Pederi akşam işten dönüş saatlerinde mahalleye çıkan dik yokuşun başında görmek, elleri dolu olurdu hep, kırmızı balık (barbon) sevinciyle oltaya tutulmuş bir koşuya dönüşürdü, kim bilir kaç kez düştük o yollarda ,onun çömelip açılmış kollarının arasına hasretin mermisi gibi fırlarken
Gücümüz ne kadarını taşımamız izin verirse artık, o kadarıyla babamla söyleşe eğleşe evin yolunu tutar, o sırada sen çamaşır- yemek- temizlik troykasının tavizsiz lideri olarak, en mutsuz anlarında bile yüzünden eksik etmediğin tebessümünle bizi hoşgeldinler; beni de diğer kardeşlerim gibi hemen suyun başına gönderir elimi yüzümü yıkamamı, üstüme başıma “bolaşmış” tozu toprağı temizlememi isterdin, ne de olsa sabahtan akşama, top, kuka ya da pokiç oyayan bir çocukluktu yaşadığımız , şakacı-sevecen ve bir parça da otoriter ama bir türlü saklamayı beceremediğin sevgi tonlu sesin bilsen nasıl şımartırdı yavrularını, nasıl bağlardı sana
Nigar evimizin 5. üyesi olarak bu avlulu evde doğdu, sonra. Ben büyümüş ve babamın omuzlarında da olsa Trabzon Şehir Stadı’na girme ayrıcalığına kavuşmuştum. Babasının omuzlarında bir maç olsun izleyemeyen çocuklar, bunun hesabını büyüyünce sormalı…
(Zavzaga’daki ata evimizin, kestane ağacındandır kendisi, muhtemelen Doğu Kapısında Çelikyürek Seyfi ve Kamuran’ı, Ünal’ı Pembe’si ve Poloş Pndoroş’u bir arada, evet elinde defter olan bendeniz, Poloş Pondoroş)
Arafilboy Maşatlık’taki Üniversite İlkokulu’na başladım sonra, yeni bir hikaye başlıyordu. Okula başlayana dek ben de 2 abim ve ablamla birlikte okula gider gibi evden annemle çıkar, sonra “Gıran” dediğimiz yerden annemle geri dönerdik, koltuğumda yalancı defter, elimde sıkıca tuttuğum kurşuni kalem
Sobalıydı evimiz, o yıllarda Trabzon’da kaloriferli ev var mıydı bilmiyorum, varsa da onlardan biri ne Arafilboy’da ne de Sezai Uzat sokakta olabilirdi zaten. Ama Makbule’nin evlatlarına ne gam! Karadenizli olanlar bilir, saç sobalarda fındık kabukları yakardı karadenizliler, fındık kabuklarının saklandığı yerlere de kabukluk derdik. O kabukluklarda iç fındık avcılığının hazzını nasıl anlatmalı bilmem..(Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Kabukluk” kavramı yok.)
Hacı Seyfi Makbule’sinden ve evlatlarından hiç bir şeyi esirgememeye çalışan bir dik adam. Makbule çok kullanışlı o meşhur mutfağına “kurduğu” mutfağından da şık Peşkosunun yanısıra, ısınınca nar gibi kızaran incesaç yuvarlak sobayı da salona yerleştirmişti
(O tencerede başta kara lahana sarması olmak üzere en az 3 çeşit yemek hep alesta beklerdi misafirlerini, sofrasında doyulası , kendisine doyulamayan Makbule, 1 gün, 1 an olsun bir of çekmeden neyin var neyin yoksa paylaştın sevdiklerinle, ruhlarımızda derin yaralar açıp sonra bir gün, hiç eksilmeyen tebessümün yüzünde yapışık , çekip gittin…)
(Soğuk kış gecelerini tatlı rüyalar sığınağına dönüştüren ve sanırım daha çok Doğu Karadeniz bölgesinde revaçta olan meşhur incesaç soba)
Bir düş gibiydi okul yolu bana. Sonra gerçeğe dönüştü, mahallenin okuluydu sonuçta, bir başıma gidip geliyordum, herkes abiydi mahallede o dönem, herkes anne, baba, kardeş.
5 çocuğa bakan işçi Seyfullah, gurbetçilik geleneğinin de etkisiyle olsa gerek, hem okumanın önemini biliyordu hem de evlatlarının hiçbir konuda eksiklik çekmemesi için harçlık da veriyordu hepimize. harçlıkçı başı tabi ki annemizdi, ama benim payıma düşen para ancak yarım simite yetiyordu.
O dönem , yani 70 li yılların 2. yarısı Üniversite İlkokulu’nda okuyan çocuklar bilir, bir kantini vardı okulumuzun, ve o kantinde Trabzon Simitleri, susamsız Rize simitleri. Harçlıklarımız bir simiti almaya yetmezdi tek başına, çoğu kez 2 arkadaş harçlıklarımızı birleştirip bir simit alır paylaşırdık. Kantinci Aydemir abi çoğu kez simitleri ortadan ikiye bölmüş olarak bekletir, onlarca çocuk yemeye kıyamadığımız simitlerimizle okul bahçesinde şarkılı türkülü koşulara dalardık.
Çocuk aklımız ve algımız, o yarım simitleri bile alamayan arkadaşlarımız olduğunu anlamaya yetmezdi çoğun. Sabahçı ve öğlenci olarak iki grup olduğumuz ve okula sabah 5′ te güne başlamış annelerimizin kahvaltılarıyla gittiğimiz için pek de acıkmazdık.
Annem bir gün dedi ki bana, “Ula hau baluklara künah diyen garinin uşağı senlan mi okur?” (yani sizin sınıfta mı) diye sordu. “He” dedim. “Ula onun annesi ameliyat oldi hastanede yatay, belli etmeden sor bakayim oğa, sabah okula geliykan bişe yiy mi, bobasi eyhak bişe yapabiliysa!”
“Tamam”
Artvin’liydi Taşkın, ertesi sabah “belli etmemek”ne demek çok da bilmeden sanırım, sordum, babası işe gitmeden önce yumurta pişriyormuş bazen, bazen de akşamdan kalma menemen ve peynir oluyormuş.
Anlattım Taşkın’ın dediklerini, gözleri doldu boşaldı, “ula onun 2 da küçük gardaşı var, ne yer ne içer bu sebiler, bobaları kalmış hastane kapilarinda , Artvin’den da kimse gelmez gitmez”
Öğlen vaktiydi sen bunları anlatır ağlarken…Avluda kırmızı leğeninde çamaşır çitilerken iştah içre, birden ayağa kalkmış deniz tarafına dönmüştün yüzünü…Güneş gölgen oldukça kısaydı, senin gibi, bir Nisan günüydü, yüzünde kederi belki ilk o gün görmüştüm.
“Akşam heriflan konuşayim da uşaklarun bobasıyla konuşsun, o sebiler annelerini mi arasun bir goşa yemeği mi , çamaşırı çok çok da 1 ay daha boyle yikarum”
Babamın o ay anneme merdaneli bir çamaşır makinesi sözü verdiğini bir kaç gün sonra öğrendim
Annem ertesi gün harçlığıma yarım simit daha ekledi
Ve kalbime merhameti tohumladı hiç farkında olmadan, aklından hiç böyle bir şey geçmeden…
Merhametin ete kemiğe bürünmüş haliydin
“Ula Selayittin senun annen var midur ula” şaka süslü serzenişleriyle belli belirsiz, hasretini dillendirdiğin oğlun hayatının en kötü dönemini yaşarken, Trabzon’dan kalkıp bu insan öğüten şehre koştun anne…
Hayatını masumlara ezilmişlere adayan büyük devrimci Ernesto Che Guevara’nın annesi Celia, ölümünden kısa süre önce yazdığı ve oğlunun eline hiç geçmeyecek olan mektubunda “…Kuşkusuz sen hep yabancı olarak kalacaksın. Bu senin kaderin olarak görünüyor” demiş ve sevdikleri için gözünü kırpmadan ölebilecekken “yabancılaşan” oğulları tarif etmişti.
“Ula senun annen yok midur”un Celia’nın yabancısından farksız olduğunu anlayamadım, anlatamadım, kapandı hayatın gözleri…
Ayakta durmakta bile zorlanır, namazını oturduğun yerde kılar, bu halinle bile mutfak dolabına tutunup , yemek yapmaya çabalayan , öksüz kalan torununu sarıp sarmalayan sen Falcıoğullarından Hacıhasan’ların Muhammed’in kızı, Hacı Murat’ın ilk gelini, Efendiler’in gerçek annesi Makbule…
Nereden bilirdim…
Seni Trabzon uçağına kadar götürmesi için görevlinin kullandığı tekerlekli sandalyeye bindirmiştim. Nereden bilirdim seni son kez gördüğümü, içinden sevgi taşan gözlerinle bahtsız-hayırsız oğlunu son kez sarıp sarmaladığını, nereden bilirdim…Biz hep sarıldık sarmaştık seninle anne, bilseydim o kadar uzun sarılırdım o kadar uzun sarılırdım ki, tüm Trabzon uçakları havalanırdı da seni benden ayıramazlardı, dondurma alacak paran olmadığı için zırlayan oğlun, senin içine akıttığın gözyaşlarını çok sonraları fark edebilmenin acısını ciğerinde bir yama gibi taşıdı, taşıyor anne.
2 yıl oldu bizi bırakıp gideli…720 koca gün…17280 saat…Zavzaga Köy Mezarlığından çocukluğunu, ilk gençliğini, okulun önünde oynayan çocuklarını izliyorsun,
Uğruna ölümü göze aldığın, annelik uğruna ölümü göze alan gelinini teselli etmek de sana düştü, bu yüzden mi hemen onun yanına koştun anne?
Bak işte evlatlarından ayırmadığın Seyfettin’le İsmet yine kuymak dibi kavgasında tarlanın divbindeki ayva ağacının etrafında pervane,
Bak az ötedeki fındıklıkta ay yüzlü Hacer’in Hatçe’nle yalan dünyanın haline gülüyor, yanlarına gelen de Neriman olmalı, onun çay sepetini sırtına yüklenmesine yardım eden de Ali Osman’ın..
Biliyorum orada da hiç durmazsın, evlatlarına ve büyüklerine sahip çıkarsın. Tahsin, Yakup ve Hasan amcalarımın, bir de tabi Muhammet’le Murat’ın çaylarını eksik etme, Erzurum kıtlama şekeriyle elbet, Hanım’la Ayşe’nin muhabbeti yine “buldurun kışı” üstünedir, nasıl da tebessüm ettirir seni, yüzündeki 17 yaş masumiyeti….
Benim Clara Zetkin’imdin sen, sessiz iyilikler kahramanım, kuytularda göz yaşlarından çağlayanlar dökerken bir “ah” demeyenim, oğlun-hayırsızın senin gibi kalbinden gülen bir çift göz görmedi, görmeyecek;
Zavzaga ve bir ömür dilinden düşürmediğin o yaylalarda bıraktığın çocukluğun ve ilk gençliğin hep bizimle,
Bize mirasın, sevgi, sabır, vefa, kızılcık şerbeti, paylaşmak ve tevazun oldu. Bilsen nasıl gururluyuz annemiz olduğun için.
O simidin yarısı bizdik, hayatın yarısı, yarısı da sen, her şeyimizi tamamlayan kahramanımız. Elbet bir gün kavuşacağız…
Senin gülüşüne kurban oğlun. hayırsızın…
Yazıya müzik:
Bir Cevap Yazın