Bir Zavzaga gecesiydi, niye ve nasıl olduysa o gece Efendinin Hacı Murat’ın evinde erkek olarak bir ben vardım, 7-8 yaşlarında “efendi bir uşak”. Babaannem evdeydi, en küçük halam Safiye, bir de ateşler içinde yatan sen, gözlerinden sevgiler taşan annem,

Babaannemle konuşuyordunuz, “vukuaattan” kaçağa düşen ve genç yaşta hayata veda eden babasına doyamayan Hanım hanımla, ocağın başındaki sedire boylu boyunca uzanmış, alnında sık sık beliren terleri siliyordunuz, gahi sen, gahi Safiye halam Gahi kaynanan Hanım
Karanlık nicedir çökmüştü. Camiden yatsı ezanı okunalı ve ormanın haylaz çakallarının “hocayı mezak” edişleri üzerinden epey vakit geçmişti.
“Panzehir abula da var” diyen sesini duydum. Abula derdin annene, anneanneme, Magavla kızı Ayşe’ye. Bu “abulanın” öyküsüni kim yazsın…
“He mi” demişti Hanım hanım, gözlerinin umutlu gülüşüyle. “Ama kim gidip alacak?”

Magavla’nın en güzel kızı Ayşe’nin evi, baba evimizden yaklaşık 2 kilometre ötedeydi. Karayolu yoktu henüz, gaz lambalarının gücü evlerin içine ziyadeydi, telefon düşsel bir ülkenin prensi prensesiydi. Her evde kendi cevvince bir dünya yaşanıyor, kadercilik tanrısal bir kabulleniş olarak baş köşelerde itibarlı bir saltanat sürüyordu.

Safiye halam önce bana sonra sana bakmıştı, anlamıştın ve ateşler içinde kıvranırken bile beni koruma içgüdüsüyle ” egi o daha sebidur, domuz çikar önüne kapar oni, benim bişem yok, geçecek biraz sonra, az daha duralım” demiştin. Çakal neyse de domuzu duyunca ürpermişti içim. Zayıf bir el fenerinden başka bana eşlik edecek bir şey de yoktu. Tüfek hep olduğu yerde değildi, ama olsa da muhtemelen taşıyamazdım bile.
Uzandığın sedirde zorla doğruldun sonra. Yüzümde izleri belirmeye başlayan korku ve kederi çatur çutur sesler çıkararak yanan ocak ateşinin yalımlarının ışığıyla görüp, kendince bana moral vermeye çalıştın. Ama sadece bir kaç dakika durabildin. Bayılır gibi geriye o sert “palana” düştü başın. Boncuk boncuk terliyordun.

Safiye halam marazlıydı. Gece asla sokağa çıkamazdı o dönem. Bu marazı da, bir akşamüstü üzerine bastığı bir kurbağadan miras kalmıştı. Babaannem elinde bastonla o sapa yolu gidip gelecek kudreti bulamıyordu kendinde. Endişeli yüzlerden vaktin daraldığını hissetmiş olmalıyım
“Ben giderim” dedim.
“Yok oğlum birazdan geçecek, sen o garmagudal yolu bile bulamazsın hem” dedi.
“Essetten gider misun gara uşağum” dedi babaannem
“Yolu çikarabilse gider, koskoca delikanlidur benim tornum” dedi Safiye halam…
***
“haburdan evin başına vurduktan sonra , Deli Ayşe’nin çeşmenin altından mı gideyim” dedim halama. Sen iniltiler içinde yattığın yerden doğrulmaya çalışarak ” egi etmayın, baa bişe olmaz, sabah bişem galmaz” dedin iniltiyle ahlanış arası bir seti senden gelen
Hanım hanım, babaannem, “biz poloş pondoroş ile barabar ağır ağır gider panzehiri alır geliriz, Mekbule, se nda sus da yat aşşa, her şeye karışma” postası koydu.
Poloş pondoroş, çocuklarına özelliklerine göre laup (lakap) takmaya meraklı babamın bana uygun gördüğü sıfattı. Poloş pondoroş diye söylense de siz palas pandıras olarak anlayın. Girdiğim yeri dağıtırmışım çocukken
Zayıf ışık veren gümüş rengi el fenerini alıp evin Kuzey kapısına çıktık. Babaannem ne olur ne olmaz içerden duyarlar diye kısık sesle önce bana yolu tarif etti, sonra tarifini tekrar ettirdi bana ve bir kez daha tarif ettikten sonra,
“gara uşağum, annenun yaninda bile gideruk dedum ama, oyle çok geç olur, sen önden kopa kopa anneannenun evine git, panzehir varmış dersen o anlar, annem istiyor de ve kopa kopa geri gel. Ben senun arkandan yavaş yavaş gelurum”
“Tamam bobaanne”
İçimdeki korku büyük, ama anneme olan sevgim kadar değil. Çocuk aklım, o panzehirin mutlaka alınması gerektiğini anlamış ve içten içe gözyaşlarım birikmeye başlamıştı. Hemen yüz metre yukarıdaki ormandan yükselen çakal sesleri eve inene dek kurt ulumasına dönse de, ben seçimimi çoktan yapmıştım.
Al habuni da” dedi Hanım hanım ve kuzey avlu kapısının yanında duran bir sopayı elime verdi. Ne için verdiğini anladım, korkum büyüdü bir anda, sonra içeride ocak başındaki sedirde kor gibi yanan annemi düşünüp hiç bir şey demeden koşmaya başladım.

Ahmet ağalar, Hacı ağalar, Cinalioğulları Efeler, kaç ev geçtim bilmiyorum, hepsinin harem odalarında birer zayıf ışık, elimdeki fenerin ışığı kadar en çok, varla yok arası, gözlerim yol kenarında büyüyen gölgeleri salisesinde çakala domuza dönüştürürken, kalbim ayaklarıma güç vermeye devam ediyor.
Bu olaydan yıllar sonra bir toprak kaymasıyla yarısı yıkılan ve oymalarıyla meşhur dede evimin kapısına varmamla, Güney avlu kapısını makineli gibi çalmaya başlamam bir oldu.
“Kim o?” dedi içerden bir ses, Anneannem, Ayşe..
“Benum Anneanne, Selayittiin”
Gıcırdayarak açıldı kapı. Bulutla dolu gökyüzünün arkasına saklanmış ay, rüzgarın etkisiyle, bir cam kenarı aşığının sokaktan geçen sevdalısını görecek kadar aralanmış ve o ay ışığı kapının ardında görünen Ayşe Güner’in yüzüne ışıltı gibi düşmüştü. Nedendir bilmem, bu sahne içime umudu tohumlamıştı.
“Ne oldi tornum, nedur. Yalağuz musun? Annene bişe mi oldu?”
“He” dedim…”Annemun ateşi var, bişeden zehirlenmiş diyler, sizde panzehiri varmış”
“He anladum uşağum. Gel ışıkta oturma, uğursuzluk getirir, geç içeri al hau iskemliyi da otur, ben şimdi bulurum onu”
Evde Anneannemle birlikte Neriman teyzem var bir de. Uyanıp geldi o da. Erkeklerin köküne kıran girmiş olmalı bu gece. Geriye de aynı heyecanı duyarak, ama annemi kurtaracak sihri de yanımda taşıyarak yine yalnız dönecektim.
Teyzem, elinde bir bardak suyla geldi ; “Al tornum iç habuni, susandun hoş!”
Evet çok susamıştım. Karışık korkularımı fark etmemiş gibi ” Abula dokuz canlıdır ula, oğa bişe olmaz. habu panzehir olmasa bile kakar gene ayağa, ama içersa içi rahat eder, daha erken iyileşur”

Çakal sesleri hiç susmuyor. Sanki beni izliyorlar, korkumu hisseden umutlu çakal tedirginliği onlarınki, cesaretim ayakta tutuyor beni ama, annemi teslim eder miyim ben ite çakala…Ama domuz sürüsü çıkarsa karşıma ne olur düşünmek bile istemiyor ve hemen iyi şeyler düşünüyorum. Daha bu sabah okulun önündeki futbol sahasında attığım golleri yaşıyorum yeniden
Ayşe Güner, Ha(e)rem odasındaki zulasından çıkardığı panzehiri, kibrit kutusu kadar büyüklükte bir bohçamsı halinde bana verdi
“Ben hep derum, bu kara uşağın gözü karadur, hiç bişeden korkmaz. Bak abula (teyzem de annesine abula derdi) dekkesinde HacıMurad’un evini bulur Selayittin”
“Hayde uşağum, kopa kopa git şimdi.Sağına soluna bakma. Sabah ben da Neriman’la geleciyok dersun Hanım’a”
Hiç bir şeyden korkmayan ben miyim nitelemesine fazla takılmadım. Belimde silah olsa neyse de, mirmitli bir gomar çubuğu ne işe yarayacaktı?
Anneme doğru koşmaya başladığımda, elimdeki fenerin ışığına kuvvet verecek pil var mı diye sormadığıma kızdım kendime. Efeler’i geçmiştim, geri dönmek vakit kaybı olacaktı.
Cinalioğlullarının fındıklığı, ağalar , ağaların oradaki dik yokuştan inerken evimizin hemen başını tutan orman karanlığı ve uğultusuna kayan gözlerim derken çeşmeyi de geçtim ve içime bir rahatlama taht kurdu. Çok az kalmıştı, babaannem Hanım hanım, İssiyin abilerin evin başında beni bekliyordu, eve dönmemişti, annem bizi birlikte zannetsin diye.
Meraklı gözlerine “aldım bobaanne” diyerek eve doğru saldım kendimi. Safiye halamla kapıda karşılaştık, elimdekini uzattım. O da kapıdan içeri seslendi “abula Selayittin kuş gibi gitti geldi”
Sevinmeyle öfkeyi aynı seste buluşturdun yine; “habu gada çabuk he mi”
Hafif doğrulmaya çalışıp, “verun bakayım hauni bağa” dedin, baktın ” hah temam budur, Safiye hau oflandan küçük taslardan birini bi da tahta gaşuklan versana”
“Sen tarif et ben yaparum abula” dedi halam…
“Bobaannen gelmedi senlan diy mi ula uşak” dedin bana
“Bobaannem arkamdan geliydi, ben kopa kopa gidip aldum anne” dedum.
“Korkmadun mi ula? Sen köy nedur bilmesun, ya çiksaydı karşuna domuz”
“Habu odunla kirardum kafasini”
Kapı eşiğinden bir kahkaha geldi aşhanaya doğru, babaannemden, içerde hasta halinle sen ve safiye halam da güldünüz bana,
Halam;
“Ula domuzda nasi gafa var biliy musun sen? Demirlan vursan demir eğrilur, odun çubuklan domiz vuracasun he mi”
Övgü beklerken kahkahaların malzemesi olmam gururuma dokunmuş olmalı
“Çikarsa karşuma görürsünüz” dedim.
“Çikmasun oğlum. Allah yüzümüze bakti da yolun açildi. Egi hayde hau panzehiri biraz ezelum”
Sonra ocağın başında iki kadının, babaannem ve halamın gölgeleri bir o yana bir bu yana dolaşatı durdu bir zaman. Şuyu az oldu suyu çok kaçtı, “verun bakayım” komutun senin, baktıktan sonra “bişe daha ezelum sora temamdur”
Bişe daha ezdi halam, sonra tahta kaşığa koyup biri yarım porsiyon, 2 kere ağzından içirdi. Bir sessizlik oldu sonra, sedirde palanlarla desteklenmiş yatağına uzandın, uzandığın yerden tavandan sarkan zincirin ucuna asılı gara “gügümü” bir çubukla dürtükleyen bana , oğluna baktın gururla, oğlun gururla doldu taştı, gölgeler bir sağa bir sola çekilirken usul usul. Bir zaman sonra sedirde uyuya kaldın, yüzünde tebessüm, ben ateş başındaki palanlardan birini duvara dayayıp yarı dik yaslanmayla yatma arası, su istersin belki yarısında gecenin, belki terlerini silmek gerekecek, düşünerek…

Sabah uyandığımda doğduğum odadaydım. Babaannem ya da halam beni orada bırakmamış ve odaya taşımıştı. Belki de sen seslenmiştin onlara, “kahramanın” rahat etsin, ateşten bir kıvılcım filan sıçrar üzerine, allah korusun! , diyerek…
Bambaşka bir güne uyanmıştı Efendinin Hacı Murat’ın evi. Bu geceden kimseye haber ettiler mi sonra bilmiyorum, en fazla Anneannem, Neriman teyzem ve evdekilerin bir sohbetine konu olmuştur, ama sadece bir…Karadeniz köylerinin olağan öykülerinden biriydi bu da, nefes almak ya da suyun bulanma öyküleri gibi olağan…
Ben o gece büyümüştüm anne…3 yıl oldu, bir 8 Mart gecesinde küçülmeye başlayışım. Bilseydim çocuklar büyüdükçe anneler ölüme yaklaşır, büyümez, büyüdükçe içimdeki boşluğun karanlığında senin kokunu aramazdım
..

Bir Cevap Yazın