Küçük çaplı inşaat işleri taşeronluğu yapan dedemin , baban Hacı Murat’ın yanında gurbete sürüklendiğinde daha 11 yaşındaydın. Oysa yaz başlarında nasıl da cennete dönüşürdü Zavzaga; orman içinde saklanmışçasına akan küçükdere’de; kazan göl’de misal ya da zindan göl veya dipsiz göl’de kuş seslerine senfoni desteği veren o çocuk kahkahalarını çaldı senden hayat, çok küçük yaşta öğrendin ekmeğin her şeyden önce geldiğini…
Erzincan’dan Edirne’ye, Küçük Çekmece’den Diyarbakır’a gurbetlere taşıdın o küçük bedenini. Yaşanmamış bir çocukluktu seninki, yoksuldu ülke, yoksuldu ailemiz, Zavzaga’daki ata toprakları sofrayı kurmaya yetmiyordu, gurbet dayatıyordu hasreti ve özveriyi. Ben çalışmak zorunda kalan her çocukta seni gördüm baba, her çocuk avcunda daha 11 yaşında nasır tutmuş o çocuk ellerini…
“Bazen o kadar zorlanırdım ki o bilmediğim şehirlerde sonunu hiç düşünmeden kaçmayı düşünürdüm. Ama sonra aklıma köydeki kardeşlerim (Hatice, Asiye, İsmet ve Seyfettin- Ali Osman, Safiye, Kenan ve Muhammed daha doğmamış) gelirdi, kaçamaz, çalışmaya devam ederdim. Geceleri ağrıdan uyuyamadığım ve ağladığım çok olurdu. Babam rahmetli Hacı Murat çok sert adamdı, ama bazı geceler gelir saçımı okşardı o zaman anlardım O’nun da beni aslında çok sevdiğini ve çaresizliğini, sabah yine iştahla başlardım çalışmaya…”
Zavzaga vadisinin en afili delikanlısı sendin baba, ömrümüz bu övgüleri duymakla geçti, ama sen sadece tebessüm eder geçerdin bu övgülere. Tevazu nasıl da yakışırdı sana.
29 yaşında hayata gözlerini yuman deden Ali Osman’dan geldiği hikayeleştirilen yeşil gözlerinle efsaneleşen erkeksi güzelliğinin de büyüsüyle, evlenme çağındaki genç kızların rüyalarını süsleyen kahraman oldun bir zaman. Ama sen kimselerin beklemediği bir seçim yapmıştın bile!
“Bir gün açık kalan pencereden saçlarını tararken gördüm Makbule’yi, ay yüzlü bir güzeldi, saçını taramıyor da resim yapıyordu sanki, o an kalbimin sesini dinledim, alacaksan bu kızı al Seyfi diyordu”
Anne tarafından akrabalarından Hacı Hasan’lardan Muhammed’in kızı o Makbule, çok küçük yaşta oyu oynarken düşmüş, kalçasını kırmış, cehaletin eline teslim edilen o minik beden de, eksik tedaviyle bir bacağı birkaç santim kısa olarak devam etmişti hayatına. Bir genç kız için hayata yenik başlamanın kaç türü var bilinmez, ama ay yüzlü Makbule’n yenik başlamıştı hayata işte. Senin nasıl bir yiğit adam olduğunu, sevginin en katıksız hali ile sevdiğini, aklımız başımıza geldiğinde anlayabildik ancak. Bir insan hayatının belki en önemli kararını verirken sadece kalbinin sesini dinleyebilirmiş, dinlemeliymiş, sevgiyi senden öğrendik baba
Sen Kınalıoğlu Seyfullah, sen yetmiş köyün en güzel horon oynayanı, sen horonda kızların koluna girmek için fırsat kolladıkları koca yürekli adam, ruhunu, yüzünü, gülüşünü ve ahlakını sevdiğin Makbule’den vazgeçmedin ve bir gece kaçırarak evlendin Makbule’nle. Düğün dernek yapacak ekonomik gücünüz yoktu, kimsenin sana karşı koyacak cesareti de tabi. Herkes bilirdi ki Seyfullah belki tüm Trabzon’un en cesur adamlarından biriydi ve korku nedir bilmezdi. Evet baba, sende hayret ettiğim ve bugün bile anlamakta zorlandığım bu cesaretin kaynağı neydi? Bedenin ve ruhunla Allah’a yüzde yüz teslimiyet desem yetmiyor, genetik kodlar desem eksik kalıyor, yoksulluğun girdabından kurtulmak için kadere isyan desem kesmiyor.
Kesmiyor; zira asla kaderci olmadın, geri adım atmak gibi bir “akılcılık!” limanına hiç tenezzül edip de bakmadın bile.
Tek günlük aşklar dünyasından bakıp da sana saygı duymamak mümkün mü baba!
Modernleşme nicedir daha çok şeye , daha fazla eve, arabaya , eşyalaşmış sevgililere dönüştüğü bir çukurdan nasıl bir hasretle bakıyorum sana.
Sıradan olmayı güya reddedip, armağan gibi sunulmuş hayatlarını, son istasyonu başkalaşım ve bayağılaşma olan umutsuzluk yolcuları keşke senin hayatından örnek alabilselerdi. Mutluluk sevgi ve sadelikti, yaşamınla onu da sen öğrettin bize babam…
Kamuran ilk meyvesiydi bu sevdanın. Sonra Ünal , Pembe ve ben.
Çok erken yürümüş olmalıyım. Zira ben 8-9 aylıkken Zavzaga’dan Trabzon’a taşıdın bizi.
Bu fotolar Zavzaga’daki kestane ağırlıklı altı ahır üstü direni (*) her biri içinden duş tekneli 5 oda bir salonlu ve çift kapılı köy evimizin Guguda/ Garifta tarafına bakan kapısında çekilmiş. Yazılı ne bulursam dehşetle sahiplendiğim için olmalı, deftere yapışmışım. Ve ay yüzlü Makbule, benden önceki üç kardeşimle aynı kapıda
Trabzon’da yoksul ailelerin ilk yerleştikleri yer, Değirmendere ile Arafilboy’un ortasındaki Sezai Uzay mevkisi bizim de kaderimiz olmuş. İki abim ablam ve ben, 6 nüfusa bakmak için köyün yetersiz kaldığını gören ve çocuklarını ille de okutmak isteyen aydınlık bir zihne sahiptin, hiç şüphesiz annem Makbule’nin de büyük teşvikiyle cehalet ve yoksulluğa savaş açmıştın. Evin en küçüğüydüm bir zaman, malum sonra sırasıyla Nigar (Ayşe), Arife (Şaduman) ve Emrullah geldi , en hayırlısı evlatların.
Evdeki herkes okula gitmek için sabah yola çıkınca, “ben de okula gideceğim” feryatlarıma dayanamayan annem ve zaman zaman da sen, beni de koltuğumun altına bir iki defter sıkıştırarak okul yolunun yarısı sayılan Kıran’a kadar götürüp, sonra ikna olmuş benimle tekrar eve dönüşlerimizi anlatırken attığınız kahkahalar kadar masum yaşadınız hep, ülkemin tüm yoksulları gibi
Daha ilkokula başlamadan, Trabzonspor’un maçlarına başladım ben, şu hayatta her çocuğun en şahane tahtında; senin, babamın omuzlarında!
1974 yılı Mayıs ayının son günleri olmalı.
Daha önce iki abimi götürdüğün gibi, beni de bu tarifsiz duyguyla tanıştırdın. Nasıl unuturum, sarı siyah formalı İstanbulspor ile bizimkiler, bordo mavililer oynuyordu. Kalede Mustafa adlı hafif tombulca bir kaleci vardı, ben en çok O’nu sevmişim, öyle derdin bana baba, sen ise Hüseyin, Kadir, Ali Kemal ve Dozer Cemil’i ayrı severdin. İkinci ligde şampiyonluğu daha önce garantilemiştik ama olsun bu maçı da kazanmalıydık, 1-0 da kazandık.
Şehir Stadı’ndaki o atmosferden hiç çıkmadım , çıkamadım baba. Açık havada sergilenen masumiyet müzesinde gibiydik. Benim gibi onlarca çocuk babalarının omuzunda belki de hayatlarının ilk kitlesel sosyoloji deneyimlerini yaşıyordu. Çok şanslıydık ki, Trabzonsporluyduk ve kendilerine güvenen babaların çocuklarıydık.
Çimento Fabrikasının yuvarlak bir otobüsü vardı. Sanmam ki, ömrü boyunca 70 km sürati geçmiş olsun. Ama bir de bana sorun bu tombalak otobüsü!
Ben bu tombalak otobüsle iki kez Ordu bir kez de Giresun deplasmanları gördüm, sayende baba, yine senin kanatlarının altında.
Bir Ordu deplasmanı dönüşünde (Hiç yenilmedik bu maçlarda) otobüsümüze taşlı saldırı olduğunda tombalağın ani bir frenle duruşu, sonra başta sen içerideki istisnasız herkesin taş atan gruba “kaçmayın ulan kancıklar” sesleriyle yönelişi ve sonrasında yaşananları bir film senaryosuna saklıyorum baba, aklımda “Annene bunları anlatırsan seni daha maça yollamaz ha” ile bir başımayım şimdi
Maşatlık’ta(**) , Sonradan Karadeniz Teknik Üniversitesi olan Üniversitenin ilk eğitim gördüğü bina olduğu için “Üniversite İlkokulu” adını alan okulumu bitirdikten sonra , hemen yanı başındaki Atatürk Ortaokulu’na kayda gitmiştik birlikte. İlk’i sanırım kürsüde bitirmiştim, bu özgüvenle olacak kaydı yapan müdür yardımcısı “Yabancı dil olarak hangisini istersin” diye sormuş, ben de “en zoru hangisiyse o olsun” diyince yabancı dilim “Fransızca” kaydını düşmüştü
Eve geldiğimizde anneme saklayamadığın gururla şunu demiştin babam, “hanım, iyi ki köyde durmamışız, öğretmenle konuşması öyle hoşuma gitti ki, sandum Trabzon’u komple bana verdiler, ama bilmiy ki habu poloş pondoroşu hala adam yerine koyup da maça girerken para istemiyler, bu da sanay ki adam oldum!”
Bilmiyorum neden, belki üzülürüm için için, belki espriyi kavrayamam diye cevap vermişti annem; “Herif” demişti “benum uşaaam minnet etmez kimseye, bi dahaki maça da biletlan girecek, sen vermesan ben verurum parasini”
Nasıl gülmüştün o terbiyeli kahkahanla, gülerken araya zar zor sıkıştırdığın “Ha bolaki”n hiç gitmez kulağımdan baba. Ne çok armağanın var sevdiklerine, kim ölçebilir bu sevgiyi, hangi sarraf tartabilir, hangi yürek unutabilir…
Kızlarını başka severdin, iş çıkışı evimize çıkan dik sokağın başında elinde öteberi ile göründüğünde benden küçük olan iki kız kardeşim Nigar ve Arife’nin sana doğru coşkun ırmak koşuları, bükülü dizlerin ve iki yana açılmış kollarınla buluşma ve sarmaş dolaş oluşlarınız baba, 7.sanat sinema ile bile anlatılabilemez bir mutluluk fotoğrafı olarak kazındı belleğime. Kız kardeşlerimi hiç kıskanmazdım, bilirdim ki bizi de en az onlar kadar severdin ama sevgini kızlarına daha çok hissettirirdin, belki her baba gibi…
O zamanki adıyla İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazandığımda önce inanamamış, öyle ya poloş pondoroşun hiç ders çalışmazdı, sonra da İstanbul’a gönderip göndermeme konusunda tereddüt yaşamış, hatta çok sevdiğin Murat Murathanoğlu adlı arkadaşınla beni iknaya çalışmıştın. Hatta yakın akrabamız. anne yarım teyzemin kocası, sülalenin en akıllı ve adil adamlarından rahmetli Tahsin Kınalı’yı da beni ikna çalıştayına ortak etmiş, ama kararlılığımı görünce de hep birlikte “ha bolaki” demiştiniz.
Terminal’den bir Kanberoğlu otobüsünün 1 numaralı koltuğunda İstanbul’a doğru yola çıkarken, büfemizin önüne çıkmış ve birbirimize el sallamıştık. Rizeli dünya iyisi komşularımızdan çok sonra öğrendim; otobüsümüz daha limanı geçmeden için için ağlayıp gözlerinin nemlendiğini. Erkekler ağlamaz diyen hayatsızlardan olmadın hiç sen, demir yumruklu , nemli gözlü, insan güzeli babam…
Telefonla konuşmayı hiç sevemedim, biraz da bu yüzden olsa gerek “devrimci” öğrencilik yıllarımda Trabzon’u çok az arardım. Şehirler arası konuşmalar hep sorunlu, cep telefonu da henüz icat edilmediği için bahanemiz de hazırdı.
Bir bayram arifesi mi yoksa sömestr sonu muydu hatırlamam zor, meleklere karışan annemle telefonla konuşmuş ve annem “gariplanduğun (annemin jargonunda özlemek) bir şey var mı oğlum, hazırlayayım” demişti. Her Karadenizli çocuğun özledikleri neredeyse aynıdır; kara lahana sarması, turşu kavurması, annemin eşsiz kıvamdaki ispir kuru fasulyesi, sağnak yaz yağmurları , lauz haşlama , fındıklı burma kadayıf vesaire, hasılı liste çok uzun değil ama her biri cennet hurması. “En çok Kıranda saç üzerinde pişirdiğimiz midyeyi özledim anne” demiş bulundum en son.
Dünya’nın belki en merhametli kadını Makbule’nin merhamet etmediği tek şey belki midyeydi, kokusundan rahatsız olur ve eve sokmazdı “ander”i.
Bir alışkanlık türü olarak İstanbul’dan Trabzon’a dönüşlerimde hep bir gün sonrasının tarihini verdim. Bilirdim akılları hep yollarda kalacak ve her trafik kazası haberlerinde kısa süreliğine hayattan kopacaklardı.
Topkapı’dan 22.30’da kalkan Trabzon Seyahat otobüsünün en arka koltuğunda Trabzon’a indiğimde bizimkiler benden İstanbul’da otobüse bindiğim saat haberini bekliyordu, yine…
Havaalanındaki (Pelitli) kendi evimize yeni taşınmış olmalıyız, annemi hemen evin yanındaki arsa/tarlada kara lahana, patates ve domates toplarken buldum, gözlerinin içinden yayılan ışık sarıp sarmaladı ruhumu , öyle güzel bakardı ki Makbule, gecenin zemherisinde karşılaşsak şehir aydınlanırdı, öyle derin öyle sevgi yüklü.
Bülbül şakımaya başladı; “Ula uşak yine aldadun bizi he mi” diyor bir yandan, bir yandan sıkı sıkı sarıyor, “ama ben yarin gelecesun diye sarmaları sarmadum!” hayıflanmasını dillendiriyordu. “Günler bitmedi ya Gosvam, yarın yaparsun, ha beyük iş”
Peder Hacı Seyfi geldi bir süre sonra, camide öğlen namazını kılmış, çay ocağında birkaç sohbetin belini kırmış, elini öptüm, hoş beş. Karşısındakini bakışlarıyla donduracak kadar erkek olsa da, kibar adamdı okul-ders işlerini öğrenci olaylarını filan hiç sormadı. Annemden “yarın gelecek diye gara lahanaları hazırlamadum” serzenişini duyunca babamın o mübarek yüzüne bir tebessüm yayıldı ve kısa süre sonra da ortadan kayboldu!
Eve çıkıp uzandım, annemin içi rahat etmezdi yoksa, 16 saatlik otobüs yolculuğu da yorucuydu hoş, içim geçmiş uyumuşum. Uzatmalar sonunda penaltılara kalmış bir futbol final maçı süresi kadar uyuduktan sonra, çatır çutur odun seslerine uyandım. Makbule’m mutfakta o şaşılası çabukluğuyla bir şeyler hazırlamış mutfak gereçleriyle tek kale maçına devam ediyordu, sordum;
“anne bu sesler ne?”
“boban geldi, yukarda (evimizin üst katında kabası atılmış daireler vardı) bişeler ediy, çik bak istersen”
Bir koşu üst kata çıktım, Hacı Seyfi o izlemeye doyamadığım incelik ve ustalıktaki sol eliyle yaptığı bir tabureye oturmuş odanın birinin ortasında yaktığı ateşi harlamaya çalışıyor, kenarda duvara yaslanmış bir pişirme saçı, tıpkı kıranda ve mezarlık dediğimiz yeşil alanda midye pişirdiğimiz saçlara benziyor, çaktım midyeyi hemen; beyaz bir poşetin içinde duvara çakılı bir çiviye asılmış uygun kavı bekliyorlardı kuzu kuzu
“Nerden buldun habulari baba”
“Garadeniz dolu bularlan”
“Sen mi çıkardın?”
“Olara galsa gayaya yapuşuk elene gada beklerler, mejbur ben çikardum”
Ah babam, 50 yaşı devirdi oğlun ve bu hatıralar altında ezilir durur, bilsen nasıl hem…
Demek oğlunun midye özlediğini annemden öğrenmiştin,
Demek oğlunun şimdiki yaşından birkaç fazlası bir bedeni Karadeniz’in sularına daldırıp, en irilerinden midye çıkarmıştın gurbetteki oğluna, ah babam…Oğlun tek bir evladına bile yetişemezken, bu kadar sevgiyi nerelerine sığdırdın
Ben midye poşetini incelerken, en az 50-60 tane vardı ve hepsi de iriceydi, “Tesislerin (TS tesisleri) altında Sürmene tarafına tarafına doğru yiri bir kaya var, ondan çıkardım, daha çok çıkarırdım ama, sen uyanana gada pişmeye hazır olsunlar diye acele ettum”
Üç tuğla üstüne vurduk sonra saçı, sonra midyeleri yaydık üstüne, atma bir türkü tutturdun kısasından, midyeler piştikçe ağızlarını açmaya başladı, ayin vakti yaklaşıyordu ve ben bir koşu aşağıdan ekmek alıp geldim, “soğansız yenmez gaybanalar” , ah nasıl da unuttum, bir koşu daha soğanlara, tuğlanın üstünde iki yumruk sesi ve mezesi hazır derya kuzularının, sanki bir şaman ayinindeydik baba-oğul, o ela-yeşil gözlerindeki tarifsiz mutluluk…
Ve 30 küsür yıl sonra yağmur kaçağı bir oğul ardında…
(Her Dede gibi başka sevdin torunlarını, Zavzaga da sensiz artık torunlar da)
Doğduğun günden kimse emin değildi baba, ama bir İstavritte (13 eylül-13 ekim) doğduğun bilinirdi, ve yine bir İstavrit günü (22 eylül), yıllar yıllar evvel evlatlarından birini kucağına aldığın gün yani, o yüzde yüz teslimiyet içinde yaşadığın yaradanının kucağına bıraktın kendini.
Tıpkı annemiz Makbule gibi tek bir gün umutsuz ve imansız yaşamadan, tek bir saat hayata küsmeden, tek bir gün şikayet etmeden ve sevdiklerine adanmış bir ömrü destan gibi yaşayarak çekip gittin sen de…
Alacağın olsun baba…
** Maşatlık : Yahudi ağırlıklı gayri müslim mezarlığı. Liman şehirlerinde sıkça bulunur, sefer halindeki gemilerde vefat eden garipler bu mezarlıklara gömülür(dü)
**
Bir Cevap Yazın