Dünyanın hiçbir yerinde ve zaman diliminde, yakın tarihimizdeki büyük ve “yasal” banka soygunları kadar büyük bir soygun yapılmamıştır. Başbakanlardan , anlı şanlı iş adamlarına; şerefli medya patronlarından, devlet madalyalı sanatçılara ; popüler kültürün hayatlarımıza soktuğu binlerce isim, 100 milyar doları bulan bu soygunla kirlendi ve nemalandı.Evet kirlenmek güzeldir ama, her kir temizlenmez, malum.
Birkaç isim ister misiniz;
Batık ve soyguncu banka reklamlarından “voli” vuran, günümüzün barış elçisi Yılmaz Erdoğan ve usta tiyatrocu Metin Akpınar ilk aklıma gelenler. Demirel’lerden Garipoğullarına; yüzlerce “özel” aile, ülkemizin bu en karanlık soygun dönemine adlarını kazıdı.
Finans, siyaset ve medya ayakları üzerine kurulu bu soygun düzeni ila nihaye süremeyeceği için, 2002 kriziyle balonun patlamasına tanık olduk. Ülke olarak ne büyük bir kriz yaşadığımızı aklı başında kalabilen herkes biliyor. Ülkelerin tarihlerinde bu ve buna benzer karanlık dönemler hep ola gelmiştir ve bundan sonra da olacaktır.
Bizi rahatsız eden de işin bu tarafı değil zaten
Düşün adamı Eşber Yağmurdereli’nin, güvenlik kameralarına yansıyan çuval çuval para hırsızlığına ilişkin söylediği; “ İnsan bu kadar parayı bu kadar rahatça nasıl çalar. Oldu olacak mola verip bir de işkembe çorbası içseydiniz” diye tanımladığı bu haysiyetsizliği o dönemin tüm “yiyicileri” içselleştirilmiş ve kendi kavrayışları ölçüsünce de rasyonalize edilmiş olabilir.
Bu ülkenin siyasetçileri ve finansçıları; bu akıl almaz soygunun hesabının şöyle veya böyle vermiş ve toplum gözünde layık oldukları çukurlara az da olsa itilmişlerdir.
Ama bu ülkenin medyası; bu soygunun hesabını vermemiş ve öz eleştirisini yapmamıştır.
Bu soygun düzeni ve dönemi; boğazlarda yalılarda oturan, özel hayatları ve hayvani zevkleriyle Sodom ve Gomore’a rahmet okutan sözüm ona gazeteciler üretmiş ve bu kutsal mesleğin halkın gözündeki değerini yerlere sermiştir.
Gazeteciliğin; hastane ve karakol kapılarında ilk tohumlarının saçıldığı , gece muhabirliği ve haber merkezlerinde, işin mutfağında yani, filizlenip çiçeğe durduğu bir meslek olduğunu artık hepimiz unuttuk.
Şimdilerde, herhangi bir yurt dışı okulunda bir zaman “eğleşilip”, eline tutuşturulan diploması ve üst katlarda bir “dayısı” olanlar, gazeteci ve kısa zamanda yöneticiler oldukları içindir ki; gazetelerimiz haber yerine ya yazar, ya da apiş arası rezilliklerini vermektedir. Haber verebilmek için, habercilerinizin olması gerek, tontonlarınız ya da barbileriniz değil.
Sanal dünyalar yaratıp sonra da bu sanal dünyaların kartondan kahramanlarının orta alt zekalara hitap eden yalanlarını izliyoruz ve okuyoruz .
Böyle bir medya ikliminden; mesela İsrail faşizmi altında inim inim inleyen Lübnan’a yardım götürmeye çalışan İdealist Türk Kızılayı’na yönelik faşist saldırıyı manşete taşımasını beklemek komiklik olurdu.
Zira Türk Kızılayı’nın tek derdi yardıma muhtaç savaş mağdurlarına merhamet elini uzatmak ve yaralara ilaç olmaktır. Gördüğünüz gibi Türk medyası böylesi bir misyondan, maalesef ,sansayonel bir manşet çıkaramaz. Ama boşverin Türk Kızılayı’nı şimdi; mesela Hülya Avşar şu dakikada Akmerkez’e girerken ayağını burksa neler olurdu ben söyleyeyim size;
Hemen haber merkezleri karışır, istihbarat şefi o sırada dışarıda bulunan ekiplerden birini acil olarak Akmerkez’e yönlendirir , bir yandan da en az üç muhabir merkezden telefonlar marifetiyle sağdan solan bilgi almaya çalışırlardı. Sonra giydiği ayakkabı ve Akmerkez’in girişindeki merdivenin standartları didik didik edilir, binanın mimarı mercek altına alınırdı.
Daraltıcı değil mi…Ama böyle işte.
Kimin umurunda Türk Kızılayı’nın yardım kararlılığı ve merhametiyle, faşizmin kurbanı milyonlarca insanın feryadı..Benim oğlum bina okur, ben sana medya olamazsın demedim ki oğlum..
Neyse, boğazda yeni bir yer açılmış, iki kişilik sandallar veriyorlarmış, hepsinde “ekiz” yatak varmış.
İşte manşeti kurtardık yine.
Biri yapana kadar hiçbir şeyin ilki yoktur.
Bir Cevap Yazın