Aşağıda bir ilk gençlik anımı okuyacaksınız. Ama ondan önce, doğduğumuz kente ve o kentin “kanaat önderlerine dair” bir düş kırıklığını dile getirmem gerek.
Geçen hafta sayın Sadri Şener’le Habertürk adına kısa bir tele-röportaj yaptım.
Sonra o röportajın, her tür ahlakı sıfırlayan bir vandal iştahla orta malı gibi kullanıldığını izledim, yüzümde acı bir tebessüm…
Çakalları adlarıyla bir kez daha anmanın gereği yok, üzüntümü belirttim ve sandım ki birkaç özür sesi duyarım. Salaklık işte, ben hala 1984’te bıraktığım Trabzon yaşıyormuşum gibi saf saf düzeltme bekliyorum.
Hesapsız okurlar şunu bilmeli; Sedat Tunalı’nın yazdığı bir yazı ya da yaptığı bir röportajın peşinde koşacak bir karakteri yok, 4 yıldır Trabzon üzerine kalem oynatırım 4 kuruşluk bir çıkar hesabım ve beklentim olmamıştır. Yazılarımı hırsızlayan muhteremlerle gazetecilik tartışmasına girmeyecek kadar da sahibiyim mesleğimin.
Gazetecilik yaptığını iddia eden isimleri bir yana koydum ve sarraf titizliğinde Trabzon üzerine yazılan ne varsa okumaya çalıştım, bu “hırsızlamanın” ahlaki boyutunu önemseyen bir kaç satır aradım sonra, yine düş kırıklığı..
Trabzon garip yer. Benimle şahsen tanışan, konuşan hiç kimseyi kardeşim Emrulliden ya da can arkadaşım Temel’den ayrı tutmadım, araya sınırlar koymadım. Ama bir şeyi daha yapmadım; asla kişilere, mevkilere ya da menfaatlere eyvallah etmedim, Trabzon için doğru olduğuna inandığım ne varsa onu yazdım.Benim Trabzonsporluluğuma övgüler dizen birileri, mesela, Fetullah İsrail’i kınamadı diye acımasızca eleştirdim diye birden karşıma geçtiler, çünkü öncelikleri Trabzon ya da Trabzonspor değildi, yolları açık benden uzak olsunlar.
Benim kalem gücüme ve tecrübeme şiirler yazan bir başkası, mesela, benimle tanışmak için gösterdiği iştahı, tanıştıktan sonra mensubu olduğu taraftar grubunun “beslenme alışkanlıkları”nı eleştirdim diye, tüm ilgisini kesti benden, çünkü öncelikleri Trabzon ya da Trabzonspor değildi, yolları açık benden uzak olsunlar.
Benim de çok sevdiğim bir başkası, mesela, sadece “arkadaşı” olduğu için savunduğu bir taraftar sitesi yazarını, “herkese şirin görünme kaygısı omurgasızlık belirtisidir, bu tiplerden hazzetmem” dedim diye bana bakışını değiştirdi, çünkü önceliği Trabzon ve Trabzonspor değil, arkadaşıydı, yolu açık benden uzak olsunlar.
Benim kişilerle işim olmaz. Ben bu kentin dokusuna aşığım; Beyaz Taş’taki midyenin kokusuna, Zigana’nın rüzgarına, kara lastikli nenemin gugar parmaklarına, yüzyıllardır bir memleket türküsünü çağlayan derelerinin senfonisinedir düşkünlüğümüz.
Bu son hırsızlama bana şunu gösterdi;
Trabzon üzerinden ikbal hesabı yapanların Fenerbahçe’si olmuşum çoktandır. Ötekileşmişim.
Kendi ikbal gemisine kürekçi arayan gazetecisi, yöneticisi, taraftar dernekleri, siyasi rantiyeciler; Sedat Tunalı hiç birinize eyvallah etmez,
Bu memlekete zerre karşılık beklemeden “azat kabul etmez bir köle” gibi, neyim varsa, hizmet etmeye, bu onurlu şehri her platformda layık olduğu gibi dimdik savunmaya devam edeceğim. Karayemişin ve hamsinin hatırı yeter de artar!!ESİROĞLU’NDA BİR DERBİ
Akşamları tek kanallı televizyonumuzda Hababam Sınıfı ile neşelenip hüzünlendiğimiz dönemler. Hafta içlerimizi ya okullar dolduruyor, ya da çırak, kalfa, işçi olarak çalıştığımız işyerleri. Hafta sonlarımızın adresi de ya Şehir Stadı’dır mevsimine göre, ya deniz ya mahalle turnuvaları ya da deplasman maçları. Hareket edebilen trafolar gibiyiz. Biraz da havalı, ne de olsa “Trabzon’un Şehir Çocuklarıyız”
Bir büfemiz var Değirmendere’de. Ailenin büfesi gibi bir şey, kalabalık ailemizden kim boş kalırsa büfeyi devralıyor, pederin işçi maaşıyla geçindirmeye çalıştığı aileye katkı yapıyoruz. Büfemizin yanında bir terzi var, ve o terzinin kalfası, Fikri. Dünya üzerinde insana bahşedilen ne kadar güzellik ve iyi huy varsa, hepsinden payını almış bir insan seçkini.
“Hafta soni, ne ediysun” dedi bana.
“Yok bişe, Trabzon’da zaten deplasmanda bu hafta, nedur, ne oldi” dedim O’na
“Hau yukardaki gara lastik fabrikasında çalişan Zeki varya..”
“Hee var”
“O diyki gurun bi takumda bu Pazar gelun bizum köye, bi maç yapalum, gidelum mi?”
İşte tam burada, Trabzon şehir çocuklarının ukalalığı, benim aracılığımla devreye giriyor..
“La onlar ne anlar top oynamaktan, top bulsa garagola getirirler bomba diye, ataruk onlara 40 gol”
“Hee, ben da oyle dedm Zeki’ye, iddaya var musun dedi, bi çift mekapına”
“Girseydun daa oğlum”
“Girdum tabi la, bulmuşum safi”
Takımı kurmak Fikri’nin işi. Kendimize o kadar güveniyoruz ki, Ben Ali Kemal’im tek başıma zaten, Fikri de Çaycı Ahmet, kalecimiz zaten deli Servet ettuk 3, geri kalan 5 kişi kazma da olsa fark etmez, yeneriz.. Diye düşünüyoruz, düşünüyorduk yani..
Fikri takımı kurdu, Pazar sabahı Değirmendere Maçka yol ayrımında buluştuk, ya da eski Erzurum yolunun başı, tam emin değilim, sonuçta bir Maçka minibüsüne doluşup Esiroğlu’nda indik. Sol tarafta “kendin pişir bir yiyen bulunur nasıl olsa”cılar var, oranın tam karşısındaki araziye doğru küçük bir tırmanış gerçekleştirdik ve sahaya ulaştık.
Saha dediğimiz, çayırları yeni biçilmiş bir düz alan, anlayacağınız çim sahaya çıkıyoruz, ne lüks olduğunu bugünün gençleri anlayamaz..
Esiroğlu takımının oyuncularına bakakaldık Fikri ve Cevat’la. Hepsi tazı gibi, işimiz biraz zor olacak sanki. Zemin çim ama futbol oynamaya pek de müsait sayılmaz, yer yer engebeler, tepecikler var. Bahanemiz hazır en azından..
Bu hava içinde başladı Esiroğlu – Değirmendere derbisi!
Fikri her topun bana atılmasını istiyor, ben de ona gol pası vereceğim, hesabı bu. Nasıl olsa bir iki “köylü”yü kolayca geçip, Fikri’ye lokum servisi yapacağım.. Aslında bir iki kez de yaptım bunu.
Sonra ne olduğunu anlatmasam ayıp olacak şimdi Esiroğlu’na.
Evet biz birkaç gol attık, ama yediklerimizi sayma işini 15 den sonra bırakmıştık zaten.
Bu kötü zeminde top oynanmasına izin veren Federasyon, bu köy çocuklarına 3 günde yetenek kazandıran her kim ise onlar, “yahu bu kadar da koşulur mu” dedirten atletik performans ve nedense o gün hep kötü şutlar atan “esemsport”lar suçluydu.
Fikri ile birlikte “Mekap” parasını denkleştirebilmek için, takımın diğer elemanlarına da başvurmak zorunda kaldık. Hazırlıklı değildik, zira “allahın köylülerine” yenilecek değildik heralde!
Yenilmedik zaten, başka bir şey olduk.
O gün o hezimeti anlamakta zorlanmıştık belki, ama bugünden bakınca, anlıyorum ki, bu şehrin ve bu coğrafyanın futbol oynama tutkusu, kesinlikle, genetik bir yatkınlığın itici gücüyle besleniyor.. Ki bu görüşümün “sağlamasını”, askerde yaşadığım bir olayla da almıştım..
Fikri; ne hallardasun gardaşum? Var mi başka saf köylü uşakları, kur bi takım da gidelum. Ama ben bu sefer onlardan oynarum, zira cebumde metelik yok!
Bir Cevap Yazın