Neşe Düzel’in röportajı
Devlet olanakları ölçüsünde doğduğunuz andan itibaren size yatırım yapıyor, okutuyor, bebekken aşınızı yaptırıyor, iyi-kötü sosyal güvencenizi sağlıyor, şanslı ve başarılıysanız üniversite imkânı tanıyor ve çok az sayıda yurttaşına da akademik kariyerin tepe noktası olan “doçentlik” onurunu veriyor.
Bu noktadan sonra bu unvana sahip çıkmak artık kişinin sorumluluğundadır. Kişi kendisine emek veren ailesi ve öğretmenleri başta olmak üzere, topluma olan borcunu, toplum ve hayat için yeni şeyler üreterek varoluşunu anlamlı kılma savaşımına giriyor.
Sözü Spor Sosyologu Doç. Dr. Ahmet Talimciler’e getirmek için çok mu yordum sizleri bilmiyorum ama, ülkemizdeki her şey gibi akademisyen kavramının içinin de boşaltıldığına inandığım için “ahlaki” bir giriş yapma ihtiyacı duydum.
Hiçbirimiz bulunduğumuz yerlere fabrikalardan sipariş edilmedik, enimiz-boyumuz ya da huyumuz-suyumuz bir günde, bir ayda oluşmadı. Hepimizin özelde bu ülkeye genelde de tüm insanlığa karşı sorumlulukları var ve bu sorumluluk duygusu önüne gelen kâğıdı imzalamaya, oğlana ayakkabı almaya ya da seçim zamanı oy vermeye benzemeyecek kadar evrensel bir sorumluluktur. Bu duyguyu taşımayan adamın yüzü kızarmadan elektrik ya da telefon kullanmaya hakkı olamaz. (Hayır, sorun Edison ya da Bell değil.)
Ben gazetecilik yaparak topluma yararlı olmaya çabalarken, misal Dr. Ahmet Talimciler de spora teşne olan şiddeti, bahis çeteleri ve şikeyi sosyolojik açıdan yorumlayarak katkı yapmaya çalışıyor. Neşe Düzel’e röportajı için teşekkür edip birkaç satırbaşını öne çıkaralım şimdi;
Doç. Dr Ahmet Talimciler: Dört büyük yok iki büyük var!
Hah işte Türkiye’de öğrenilmesi gereken ilk olgu budur. BJK’lılar kusura bakmasın ama “Üçüncü Büyük biziz” yalanıyla teselli bulabilirler, ancak sistem onları da tüm diğerleri gibi saniyesinde çarşıya yollamak üzere kurgulanmıştır.
Bazı aklı evvel TS’lilerin kendilerini Dördüncü Büyük olarak anması ya da kabul etmesi de, BJK’nın trajedisinden daha derin ve toplumsal analizlere muhtaç bir yanılsamadır.
Trabzon’u var eden, her koşulda dik duruşu ve Dukalar düzenine baş eğmeyen devrimci isyanıdır.
Dördüncü Büyüklük lavaşı, Trabzon’la baş edemeyeceğini anlayınca onu sistem içine katarak “terbiye” etmekten başka çare bulamayan Dukalık ve onun tetikçisi İstanbul yerel medyasının zokasıdır. Bu zokayı kasaba iştahı ile yutan Trabzon, Dördüncü Büyüklük komedisini kurumsal ve ruhsal olarak reddettiği gün, devrimci isyanının ateşiyle yıkılmaz zannedilen şatoları bir kez daha yerle yeksan edecektir. Zira Trabzon denen “kavram” devrimden beslenir. Trabzon zalimin zulmüne karşı mazlumun devrimci yumruğudur, ne padişah tanır ne de baron!
Tarih bilinci olmayanlar süreci istedikleri gibi yorumlayabilirler, ancak tarihsel diyalektiği az biraz bilenler, Doğu Karadeniz’de yaşayan, adalete ve hakka adeta tapan o halka “rağmen” hiçbir gücün bu ülkeyi kişi ve grup çıkarlarına teslim etmediğini ve etmeyeceğini bilir.
Talimciler, benim de bir önceki yazımda kısaca değindiğim maviler-yeşiller konusunu hatırlatıp, 1909’dan beri rekabetin iki kutuplu olarak yaşandığını ve bu iki kutbun bugünkü karşılıklarının da, laikliğin savunucusu rolüne soyunan Fenerbahçe ve pragmatistlerin Galatasaray’ı olduğunu söylemiş. İtirazı olan üç gün Dede Efendi dinlesin!
Mutlaka okunması gereken ve bir bilim adamının ahlak ve adalet çığlığı olarak yorumlanabilecek bu röportajın en önemli cümlesi ile bitirelim;
“Türkiye ahlak ve değerler açısından önemli bir sarsıntı geçiriyor. İnsanların büyük çoğunluğu eşitsizliği, güce tapınmayı onaylıyor.”
Volkan Konak
Volkan’la 20 yılı aşkın, aşkın bir arkadaşlığımız var. O da benim gibi Trabzon’dan kalkıp okumak için İstanbul’a düşen, çok zorluklar çeken ve ailenin mütevazı desteği dışında bir metropolde var olabilmek için kendinden başka güvencesi olmayan bir deli uşaktı.
Ben gazetecilikten başka hiçbir şey yapamayacağına inanmış bir sokak çocuğu, o Maçka yaylalarının pastoral senfonisiyle bir tını yaratmak dışında hayata tutunamayacağının farkında bir köy çocuğuydu.
Birlikte büyüdük İstanbul’da. O her bestesiyle müzikal kariyerinin tepesine tırmandı durdu, ben bildiğin manüel şanzıman gazeteciliğe devam ettim, durdum..
Volkan öyle güzel işler yaptı ki, çevresi inanılmaz ölçüde büyüdü ve hâliyle arkadaş, kardeş ve dost gibi kavramların ondaki karşılıkları da kaçınılmaz bir revizyondan geçti.
Bilmiyorum belki de ben, bendeki Volkan Konak algısına gereksiz anlamlar yükledim, kendim çaldım kendim oynadım. Ama bir noktaya geldiğimde anladım ki şarkının son dizesini söyleyeli çok olmuş ve ben başa sarmayı hiç tercih etmedim…
Yaz ayları geldiği için birçok arkadaşım konser, sergi, röportaj vs. gibi gerekçelerle Konak’a ulaşmaya ve haliyle beni aramaya başladılar. İlan etmek zorundayım ki; bugüne kadar hep iyiliğini gördüğüm Volkan Konak’a ulaşmak için ben artık doğru adres değilim. Ben bildiğiniz gibiyim, ama Volkan Konak artık tek telefonla ulaşılamayacak kadar uzaklarımda yaşıyor.
Bir Cevap Yazın