Bir iş görüşmesi ve belki daha çok, hasreti çekilen dostlukların kucağına
atıvermek için kendimi bir Ankara seyahati düşmüştü günlüğüme. Evet elbette
gidilecekti ama nasıl? Daveti aldığımda gün geceye dönmüştü yüzünü , ve ben
hep “ertelenebilirlerden” yana koymuşumdur tavrımı. Ama bu kez öyle olmamalı
dedim kendi kendime, ve oturduğum lokalin bir köşesinde neşeyle ve yüksek
sesle hasbıhal eden demiryolu işçilerine takıldı gözüm. Ve elbette hemen bir
ampul yandı! Evet, trenle ve hemen bu gece düşmeliydim yola.
Hemen eve çıkıp internete girdim, tcdd.gov.tr deyim ve boş yerleri koltuk
numaralarıyla görebiliyorum. Yaşasın teknoloji. Bir telefon ardından ve
karşı taraftan rahatlatan bir ses; ” Trenimiz 23. 30 da kalkıyor,
söylediğiniz gibi kalkışa 15 dakika kala da gelseniz yer bulabilirsiniz, ama
yine de garanti veremiyoruz biraz erken gelirseniz iyi olur.” Teşekkür edip
kapadıktan yarım saat sonra Haydarpaşa garındayım. Gişede gençten ve devlet
dairelerinde alışık olduğumuz, canı sıkkın, bıkkın ve bezgin memur tipinin
aksine sevimli ve güleç bir delikanlı oturuyor. İşimiz kısa sürüyor, şükür
elbet, ve trenin kalkmasına 15 dakika var daha. Bekleme salonu nerdeydi!
“üçüncü mevki bekleme salonunda / oturup dolaşıp yüzükoyun uyuyorlar /
betonun üzerinde çıplak ayakları / kalkacak herhangi bir trenle yok
alakaları”
Yıllardır girmeyişin ürkekliğiyle adımlıyorum bekleme salonunu. Önce o dar
koridorundayım Haydarpaşa garının bekleme salonunun. Hemen solda ihtiyarca
bir kadın, yere serdiği mendilin, ya da benzer bir parçası, üzerinde
ekmeğine katık ediyor zeytinleri.Fotoğrafını çekmek istiyorum rahatsız
etmeden, ama makine huysuz! Farkında bile değil soğuk betonu mekan eyleyen
teyzem. Hemen iki adım ötesinde 50 yaşlarında bir adam, dayanmış kalorifere
tebessüm ediyor.
– Napıyorsun burda
– Isınıyorum
– Yolculuk nereye?
– Hiçbiryere gitmiyorum.
– Nasıl?
– İş bulmaya geldim, ama yaşlı olduğum için iş vermiyor kimse
– Nerelisin ?
Bu sorumla, sanki dilenci olmadığını, merhamet dilemediğini kanıtlama şansı
bulmuş gibi sevinçle cüzdanını çıkarıyor. İçinden nüfus cüzdanını çıkarıp
-Kastamonu Azdavay’lıyım
-Neden dönmüyorsun peki memlekete?
Bu basit sorum, 50 yaşlarındaki bu temiz yüzlü anadolu insanını
durgunlaştıryor önce, sonra da neden sorusunu asla sordurmayacak bir
masumiyet ve mahcubiyetle “dönemem” diyor.
Birden aklıma geliyor ve kaç gündür burada olduğunu soruyorum
-Üç gündür buradayım
– Peki, bekleme salonunda sabahlamana birşey diyorlar mı?
– Birisi şikayet etmiş beni aha şu karakola, ben de gittim kimliğimi verdim
komser beye, üşüyorum dışarda komserim dedim, kimseye zararım olmaz dedim,
izin verin dedim. Komserim de sağolsun beni idare ediyor.
Ne demeli..diye düşünürken, aç mısın diye sormak geldi içimden, ama kırmadan
incitmeden nasıl yapacaktım bunu. Bekleme salonu büfesine ilişti gözüm, ”
trenin kalkmasına çok var, gel laflayalım biraz, hem hemşeri sayılırız.
Trabzonluyum ben de”
Daha yeni yemiştim, ama yemeli yine. “Sen de bir şeyler yesene” Hiç itiraz
sesi yükselmedi, belli ki çok aç İsmail amca.
-Himmm, tost çok lezzetli olmuş, valla sabahtan beri de bir şey yememiştim
-Ben üç gündür bir şey yemedim!
-Şaka mı yapıyorsun, neden yemedin?
-Param kalmadı hiç, iş de bulamadım. Kimselerden bir şey de isteyemem ben.
Boğazım düğümleniyor, nefes alamıyorum sanki. Ağzımdaki lokma direniyor,
başımı çevirip zorla yutkunuyor ve kurtuluyorum ağzımda toplanan dünyanın
tüm acılarından. İstasyon görevlisinin Ankara yolcuları için son çağrısını
duyalı neredeyse 10 dakika oldu, hemen gitmeli.
-Sen beni burada bekle, yarın döneceğim. Bu arada gar büfesine tostlar için 50 lira bıraktım, üstünü almadım daha, ben gelene kadar 50 liralık tamamlarsın, yarın akşam buradayım yine.
Koşarak yetişiyorum trene, konduktörler kapı kollarına asılır hani filmlerdeki gibi, öyle. Eksik olna
tek şey rüzgarda havalanan pardösü..
Ardımdan cılız bir ses karıştırıyor aklımı yine ” Çok teşekkür
ederim ama daha adınızı bile bilmiyorum”
Vakit yok, belli belirsiz bir el sallayıp kompartımana giriyorum.
5 Numaralı vagonun 57 numaralı koltuğundayım. Bulup yerimi kolayca,
yığılıyorum. Kafam nasıl da karma karışık oldu, bir güç beni Nazım Hikmet’in
Haydarpaşa dünyasına çekti sanki. Hemen yemekli vagona geçmeliyim, hem sanki
yemekli vagonun önünden geçerken telaşla, bir el sallandı bana doğru
gülümseyen bir yüzün gölgesinde. Kalktım hemen ve vagona atıverdim kendimi.
Evet o gülümseyen yüz, Kadıköy de sıkça gördüğüm ama sohbet etmediğim
yüzlerden biri. Meğer o yüzün sahibi demiryollarında sözleşmeli memurmuş!
-Hoşgeldin abi
-Naber? Burda mı çalışıyorsun?
-Evet abi, 11 yıldır. Ankara’ya mı?
-Arkadaş ziyareti..
– Bir arzun olursa burdayım
– Çok teşekkür ederim. Hemen herkes gibi her yolculuk sevinçle karışık hüznü de iliştiriyor ruhuma
***
23.30 suları, Fatih Ekspresi birkaç dakikalık gecikmeyle de olsa kalkıyor işte. Demiryolu ışıldamaya, o bildik metal gıcırtılar kulaklarımıza konuk olmaya başladı.
Dünya’nın en romantik güzergahlarından biri başlıyor.
***
Türk dilinin büyük hizmetkarı ve dünyanın en büyük şairlerinden Nazım Hikmet
yarım asırdan fazla bir zaman önce Haydarpaşa garından trene binmişti, belki
yüzüncü kez..
Kondüktör bilet kontrolüne başlamış bile
-Biletiniz lütfen
-Buyrun
-Teşekkür ederim
Bu diyalog yaşanırken aklımdan geçenleri kendime saklayıp bekleme salonuna
ve yoksulluğa dönüyorum
“gece ve kar pencerelerde/ bir şarkı söylüyorlar içerde”
Koca şairin yüreğinden ve vicdanından süzülüp şiire dönüşen bu dizeler,
yıllar sonra kaçtığı ülkesine geri döndüğü için adı “döneğe” çıkan azametli
bir sesin yorumuyla neredeyse bir destan olup çıkar. Yeni “çağdaş”
nesillerin bilmediği, yazık ki bilemediği bu destan, rahmetli Cem Karaca
arşivinden gülümsemeye sonsuzca devam edecek elbet.
Pendik’ten de yolcu aldıktan sonra İstanbul’u yavaş yavaş geride bırakmaya
hazırlanıyor Fatih Ekspresi. TCDD personeli için ne kadar sıradansa, benim
gibi birçok yolcu için de o kadar sıra dışı bir duygusal devinim anı!
Evet,
İstanbul’u terk etmek öyle her babayiğidin kolayca geçiştirebileceği bir
eksiklik duygusu değil. Hele TCDD Yemekli vagonundaysanız, vay halinize!
Lüks lokantaları aratan bir konfor belki, ama lüks lokantalar kıskandıracak
bir lezzet kaldı damağımda. İçmeden olmaz şimdi, önce bir bardak çay,
“şirketten” , ardından diğerleri.
Apartmanlar geçiyor Fatih Ekspresinin
yemekli vagonunun penceresinden.
Yüzlerce çeşit avize ve abajur saydım
belki, onlarca tablo .. Hatta içlerinden biri bir paşa dedeye ait olmalı.
Meğer ne çabuk akıp geçiyormuş hayat; yemekli vagonun penceresinden…
***
Vagon penceresine yansıyan oda içi hayatlar azalıyor. Uyku hali bir yandan
ağırlığını hissettirirken, bir yanım istasyonda hala; acaba Azdavaylı İsmail
amca uyumuş mudur şimdi?
Saat yavaş yavaş yemekli vagonun kapanışına yaklaşıyor, 10 dakika kalmış
sabahın ikisine. Gidip uyumalı şimdi, acaba kuşetlilerde yer var mıdır?
Konduktöre sormadan önce, Kadıköylü arkadaşıma sormalıyım;
-Kuşetlilerde boş oda var mıdır acaba, birden çok yorgun hissettim kendimi
de
– Bir bakayım abi, ama fiyat farkı var biliyorsunuz
– Biliyorum.
– Tamam ben arkadaşa sorarım şimdi.
Çok geçmeden
-Varmış abi, 6 milyon fark verirseniz hemen yatabilirsiniz.
Ne demek, şu tükenmişlikle 6 milyonluk yataktn şahane ne olabilir
– Tamam, çok teşekkür ederim..
Kompartımandayım. 4 kişilik kuşetlide tek başınayım, bu işte bir yanlışlık
var, ısıyı ayarlayıp perdeleri hafifçe indiriyorum. Geliyorum uyku aç
kollarını. TCDD eğer birgün her şeyiyle modernleşirse, bizi onca yol kim
sallayacak? En son annem beni böyle sallamıştı uyumam için. Çok fazla
modernleşmesin demiryollarımız, hızlansın yeter.
—
İşte sabah oldu. “Kadıköylü arkadaşıma”, sabah kahvaltısına kaldırması için
ricada bulunmuştum, kapı çalıyor kahvaltı saati gelmiş demek. Hepi topu 4
saat uyumuşum ama saatlerdir uyuyormuş gibi dinç kalkıyorum kuşette.
Lavabo,
aynada bir garip suret…
Ve yemeklideyim yine. Ankara varoşları dolduruyor
pencereyi, büyük kentlerin varoşları neden hep bir örnektir?
Kahvaltı geldi, ülkemin, güzel yurdumun zengin iklimine inat fakir bir
kahvaltı. Ankara yoksul, her taraf seçim afişi, Melih Gökçek kesin
favoriymiş..Sahi bu gidişin bir de dönüşü olacak değil mi? Varoş
Ankara’sının yoksulluğuyla yüreğime çöken ağırlık, bu ferahlatan ihtimalle
yavaş yavaş kayboluyor. Acaba üstata “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a
dönüşüdür” dedirten şu her şeyden yoksun Ankara varoşları mıydı?
Şiirler: Nazım Hikmet’in ”memleketimden insan manzaraları” kitabından
alınmıştır.
Bir Cevap Yazın