“Uşağunun .ikunu kesturecekler çameye gelsun”

“Uşağunun sikuni kesturecek olanlar çameye gelsun!”

Köy camisinin yağmur cızırtılı hoparlöründen tüm Zavzaga’ya, köyümüze, ilan edilen bu sesi duyduğumda ya 11 ya da 12 yaşındaydım, köydeydim. Anneme arkadaş olarak köyümüze gitmiş ve Piri ağabeyin Araklı merkezden köyümüze yolcu taşıdığı ford minibüsten yeni inmiştik. Karayemiş ağaçlarının arasından evimizin avlusuna süzülmüş ve batı kapı avlusundaki sarı musluğa ağzımı henüz dayamıştım. Ben henüz 1 aylıkken Trabzon’a taşındığımız için köy hayatı hakkında hiçbir zaman yeterince bilgi ve birikim sahibi olamamıştım, “sikuni kesturmeli” ilanların da son derece olağan olduğunu, haliyle bilmiyordum

Bu hoca ne dedi diye annemin yüzüne baktım, manalı manalı; annem de “ne oldi ula, bişe mi var ne bakarsun yuzume?” diyerek benim yüzüme baktı, daha bir manalı elbette. Annemle ben evin batı kapısında bekleşirken, doğu kapısında oturmakta olan teyzem geldiğimizi duydu koşar adım gelerek önce saygı ve sevgiyle ablasına, sonra da özlemle bana sarıldı, dünyanın en güzel teyzesi. Sonra da soluklanmadan devam etti;

“Abula hocayi duydun mi? Pokşiyen ğhoroz! (Teyzemin “karamba karambita”sı) Uşağunun sikuni kesturecek olanlar çameye gelsun dedi”

Ben de için için “demek tek şaşıran ben değilmişim, beni olduğu gibi teyzemi de şaşırtmış  işte” diye seviniyorum. Teyzem devam etti sonra; “ Gotüriyim uşaği diyrum ama, ya eri büğrü kesersa diye da korkayrim abula, ne ediyim, ne dersun?”

Annem, kardeşlerin en “kıdemlisi”ve gelini olduğu “efendiler” ailesinin de en büyük gelini olmanın verdiği Amazon edasıyla;

“ E gizum uşağun sukuni hoca kesecek diyil ha, bizum herif bağa demişti, Vunitli bir berber köye gelecek uşaklari sünnet edecek diye. Bu odur zay, korkma”

Teyzem korktu mu bilmiyorum ama, bildiğim şu ki teyze oğlum aslan gibi, demek ki berber saç keser gibi…

Akşam oldu, evin tavandan zincir inen ocağının başında toplandık. O zincire asılı kara güğümde kaynayan suyla demlenmiş çayımızı içip teyzemin tandıra vurduğu pideleri yiyoruz. Baş köşede şimdilerde rahmet ve özlemle andığım dedem “Efendi’nin Hacı Murat”, onun yanında ben, ne de olsa erkek torunuz, yanımda annem, babaannem ateşin etrafında dizilmişiz. Bir film eğer bu planla başlasaydı eğer, paganist bir tören hazırlığı olarak kolayca algılanır ve sürüklenebilirdi.

Bir efsane olan babasını çocuk yaşta kaybeden dünyalar güzeli babaannem o gün Kukuda köyünde meydana gelen toprak kaymasını ve kaç ocak fındığın dereye indiğinden bahsederken, dedem ateş başı sayıklamalarına çoktan başlamıştı. Birden hocanın ezan sesi duyuldu, sonra da annemin sanki dünya elden çıkmışçasına feryadı: “ uyy egiii ben apdes almaduuummm”

Hemen koştu annem, hocayla yarış eder gibi abdes almaya başladı, sanırsın o abdesi yetiştiremezse tüm İslam aleminin namazı boşa gidecek. Bu arada evimizin hemen başında bulunan ormanlıktan garip sesler gelmeye başladı, annem abdestiyle meşgul olduğu için Mağura’nın en güzel kızı babaannemin yüzüne baktım. Dünyalar güzeli babaannem gözlerimdeki merakı anladı ve ; “ olar bardidur uşağum, hocayı mezak ediyler” dedi.

Öğrenmem uzun sürmedi , Bardi çakal demekti, mezak etmek de taklit. Meğer çakallar ara sıra eğlenmek için hocayı mezak ederlermiş. Bu arada annem abdesti yetiştrmiş ve tüm İslam alemini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı, bunu da ekleyelim. Hacı Murat “herem” odasında yatsı namazını kılarken annem ve babaannem namaz için meşe ve komar odunlarının çatır çutur yandığı ocağın başını tercih etmişlerdi. Ben de ateşin diğer yanındaki sedire uzanmış güya herkesin namazlarını bitirmesini bekliyordum.

Bir zaman sonra mahmurlaşan gözlerim kepenkleri yavaş yavaş indirirken, babaannemle annemin köy hayatı üzerine sohbetlerinin son kırıntıları kulaklarımı tırmalıyordu.

“Miyase’nin küçük gizi Şoreti ağholilar itsiymiş anne, duydun mi”

“he ben da duydum, ama nenesi benum gizum daha sebidur , ebedi vermem diymiş”

“uy uy çufut fadimeye bak, zay gendi 20 yaşinda gelin gitmuş sanursun. Egi Fadime sen gelin gittiğunda gizun Şoretten iki yaş küçüktün, kime dur anurların?”

Kısa bir sessizlik olduktan sonra yine annemin sesi araladı kulaklarımı

“Anne hau kılıçtaşa bi çiksak mi”

“benum dizlerumde derman galmadi mekbule.”

……. Zzzzz
Sabah kaçta kalktığımı tam hatırlamasam da, 9 sularında olduğunu sanıyordum. Yani köy yerine göre “öğlen” vaktinde. Annem sabah ezanıyla uyanmış ve “nemaz”ini kıldıktan sonra yüz yıllık köy evimizin altındaki tarlaya giderek patates çapalayıp, pırasa pazı filan toplamış; sonra da evdeki mısır çuvallarından birini değirmene indirip öğütmüş. Değirmen dönüşü de “Hurda Ğhala”mıza uğrayarak ayak üstü bir çay içmiş annem. Daha bitmedi, ahıra inip Gülhatun’u (Babaannemin ineği) sağmış ve sütü vurulmak üzere yayığa koymuş. Benim anlatmaktan yorulduğum tüm bu işleri benim güzel annem sabah namazıyla saat 9 arasındaki zaman sığdırmıştı.

-Kaktun mi uşağum! Yatsaydun biraz daha, ben kuymağı vurdum mu galdururdum seni”

Tipik Karadeniz kadını annem için “uşağunun” rahatı için yapamayacağı şey yoktur. Üstelik benimle konuşurken bir yandan da Hurda Ğhalamızın armudundan seçtiği iki armudu peştemalının ucuyla silmiş bana uzatıyordu . Dünyanın tüm şairleri, tüm ressamları bir araya gelse ; annemin bana uzanan elini ve o eldeki iki armudu tasvir edemez.

Annem bir yandan dönüş hazırlıklarını yaparken ben de akşamdan kulaklarıma izi düşen kılıçtaşa doğru bakmış hayallere dalmıştım. Acaba oradan bizim köy ve bizim evimiz nasıl görünüyordu? Okul yolunda kırk numara yaparak güya karşısına tesadüfen çıkmışım gibi yapıp, ezilip büzüldüğüm, sonra da görmemiş gibi çekip gittiğim Hamiyet ile çıksak kılıçtaşa mesela, denizi görebilir miydik!

-hayde oğlum gidelum!

Annemin sesiyle sıyrıldım Hamiyet düşlerimden.

-Ama anne Piri ağabeyin minibüsü gelmedi ki

-Eyhak bugün gelursa, gel biz yola goyulalım oğlum, iki dekke de Gaşukçi’ye eneruk! Ordan da Ağnas arabalarina binup Arakli’ye gideruk!

Ben sessiz kalınca annem iki büyük çantayı eline birini de omuzuna alıp, bana da küçük bir çanta verdi. Babaannemi öpüp koklayıp yola koyulduk. Hacı Murat sabah namazı için köy camisine gitmiş ve dönmemişti, ihtimaldir ki arızalı çeşmelerden birini onarıyordur şimdi.

Annem üst yola çıkınca kız kardeşi Leman’a bağırıp “Allaha ismarladuk Leman, bişe diy misun” dedi.  “ yok abula, uşaklara selam söyle, unutmasunlar teyzelerini köyde”

Sonra köyü boydan boya geçmeye başladık. Annem bir yandan anlatıyor.

“ahan tam haburda domuz kibar gelini dişledi”

Sırası mı anne! Korktuğumu anlamış olacak ki; “geceydi uşağum, korkma domuz gündüz bişe etmez”

Biraz rahatladım, ama annemin her santimetresinde anıları birikmiş köyümüze dair anlatacakları bitecek gibi değildi.

“bak hau fundukluği göriy misun. Çavuşoon Saleh’indur buralar, ama gelup da doğru dürüst bakmaz eraziye”

Bana ne anne Çavuşoğlundan!

“Saleh’un garisi Nebiye lan bile giderduk guran okumaya, çok deynek yerdi nebiye , hoca da ander bişeydi, durmadan vururdi”

Yürüye yürüye, anlata dinleye köyümüzün kurulduğu dağın yamacına gelmiştik. Çeşme başında biraz soluklanmaya karar verdi annem. Manzara şu;

En az 300- 400 metre aşağıda, yeşillikler ve orman içinden kıvrıla süzüle akan bir dere; dere kenarında bozuk bir kara yolu, “kale” dediğimiz dağdan dere boyuna kıvrım kıvrım inen ve ormanın gizlediği sözüm ona bir yol. Karadere’nin dinlendiren ve kimi zaman da ürperten sesini adımlarımıza arkadaş edip aşağı inmeye başladık. Tek bir yanlış adımda dereye iniş 2 dakikaya düşer, ama geriye bir şey kalmayabilir. Ve tabi annem de karşıda pastoral birer tablo gibi görünen çeşitli köylerle ilgili anılarını sıralamaya başladı.

“bak hau iki minareli çame varya, orasi Las köyüdür, annemun sut gardaşi feride oriye gelin gitti”

“Senin de halan olmuyor mu anne”

“He halamdur, çok severum halamı, ama gidemedum duğunune”

“Niye gidemedin anne, çok mu uzak sanki”

Annem benim sesimdeki küçümsemeyi fark edip gülümsedi önce, sonra da mütebessüm devam etti; “Las köyü yakin gorunur ama, haburdan sabah yola çiksan öğle nemazina ancak düşersun oriye.”

“Ha o yüzden mi gidemedin anne”

“Yok oğlum yarımgünlük yürümeden ne olur, uşaklari pirakacak kimse bulamamuştum, ondan gidemedum”

“Yani bizim yüzümüzden mi gidemedin!”

Annem bu sözüm üzerine, kale yolunda bulunan ve asma yapraklarıyla çeşmeye dönüştürülen su kaynaklarının birinin önünde durdu ve elindeki yükleri bir yana bıraktı. Hiçbir şey söylemeden avucuyla suyunu içip kenara çekildi ve kaldığı yerden devam etti:

“Sen o zaman ne ararsun  zay koydun kenduni adam yerine he mi” dedi ve gülmeye başladı. “Halam evlenduğunde ben iki senelik gelindum, iki abin var idi yalauz, bi da kuçuk emicelerun”

Kendimi dersini almış gibi hissediyordum. Bu çocuksu yenilginin hırsıyla anneme çıkıştım, bahanem yolun uzunluğuydu, güya..

“Ya daha ne kadar yürüycez anne, hiç araba gelmez mi, ben çok yoruldum”

“Yoruldun he mi sebim. Ver o çantaı da bağa, gel haboyle oturup dinlenelum biraz he mi”

Ne diyeceğimi şaşırdım, çocuktuk elbette ama dünyanın tüm sevgilerinin hapsedildiği gözlerini görüyordum annemin.

“Yok anne yorulmadım ben, sen yorulmuşsun diye söyledim ben”

“Habu gada yoldan yorulur mu senun annen ula, gel istersan köprüye kadar yariş edelum”
Diyordu ama, alnında biriken terler ve sıklaşan nefesi, annemin bu cümleyi neden kurduğunu anlatıyordu bana, 20 sene sonra ..

Yine yürümeye başladık dik yamaçtan aşağıya doğru. Karadere’nin sesi her adımda biraz daha gür çıkmaya başlarken, bir yandan da içinde yürümekte olduğumuz ormanlık alanda binbir çeşit kuşun yaşama sevinci ruhumuzu dinlendiriyordu. Annemi bilmem ama ben henüz bu seslerin doğanın en güzel senfonisi olduğunun farkında değildim.Şimdi anlıyordum ki, içine doğulmuş güzelliği fark etmek için ya dehşetli bir sezgi gücüne sahip olmalı insan, ya da benim gibi uzun süre ayrı kalmalı. Eğer Magavla’nın en güzel kızı (kendisi annemdir) gibi bakıyorsanız hayata, siz de zaten o güzelliğin bir parçasısınız, bir kırlangıç ne kadar farkındaysa güzelliğinin, annem de en fazla o kadar farkındaydı işte.

Tam düzlüğe inip köprüye adım atacakken, Ağnas arabalarından birinin önce sesi sonra görüntüsü düştü.

-Anne bak araba geliyor

-E gelduk zaten oğlum. Hem o hamsi kasasi gibi dolidur şimdi, köprüyü garşiya geçelum Pervane arabalarina bineruk, olar boş olur.

Sesimi çıkarmadan annemin hızlı adımlarına eşlik ettim ve altımızdan gürül gürül akan Karadere’yi geride bırakıp karşıya geçtik. 200 metre ilerisi Kaşıkçı bucağıydı, annemin babası, güleç yüzlü Muhammed dedemin bir zamanlar zahire dükkanı işlettiği yer.

-Anne dedem dükkanı ne zaman kapattı?

-Çok oldi, burada işleri azalmiş da o yüzden Tirabzan’a taşimiş tükanini, oyle derdiler ben ne biliyim.

-Burda ne satardi dedem?

-Tereyağ, tuz, gazyaği, Erzurum kirma şekeri, peynir..ha bi da sari gurabiye satardi, uşaklara da verurdi olardan, ama çok garmadudaldi buranun tükanlari

-Bize da verur miydi anne?

-Allah deli ossun! Ula havu gadar gurabiyesini yedun dedenun, hale sorar misun?

-Ben ne biliyim kim veriy anne.

-Deden veriy uşağum, deden veriy. Sen zaten sevmezsun benim bobami
Annem bu sitemi yapmakta haklıydı aslında. Bir vesileyle köye her gittiğimizde önce Baba evine gitmek isterdik nedense, Babaannemin aşırı sevimliliğinden mi, babamın yönlendirmesinden mi yoksa arkadaşlarımızın baba evine daha yakın olmasından mı bilmiyorum, ama önce annemlerin evinin önünden geçmemize rağmen genellikle Muhammed dedemin evini pas geçerdik. Annemdeki kırgınlığın derinliğini  ancak yıllar sonra fark edebilecek ve düştüğümüz yoksulluğu kavrayabildiğimde anneannem ve dedemle paylaşabilecek çok az zamanımız kalacaktı..Şimdi, derin bir üzüntüyle, biliyorum ki, hayattaki en büyük pişmanlıklarımdan biri belki de birincisi, annemin anne ve babasındaki saklı güzellikleri paylaşamamaktır.

Birkaç adım yürümüştük ki, bizim oralarla özdeşleşmiş uzun burunlu ford minibüslerden birinin geldiğini gördük, annem hemen seslendi bana

-El et hau arabiye

-E sen etsene anne

-Uy! Ula yaninda erkek varikan, gari arabiye el eder mi, deli misun sen?

Himm..Demek ki ben erkek olmuşum. Hoşuma gitti tabi, elim kaldırışımı görmeliydiniz, zay Kanuni Zigetvar seferine çıkıyor. Durdu hemen minibüs!

-“Arakli”? dedim

-“He” dedi şoför. Bindik.

Annem cüzdanına yapıştı, bir yandan da şoföre sesleniyor.

-Kaç guruştur Arakli ?

  • 5 liradur Hala( hala değil, babanın kızkardeşi Ğhala)

-Habu uşağa da para alaca misun?

Annemin habu uşak diyip aşağıladığı ben oluyorum. E hani az önce arabayı durdururken erkek olmuştum, ne oldu da..Bir sinir bir sinir, sormayın

Gürgenle gomar arası ağaç suratlı şoför bana baktı başını çevirip, sonra önüne döndü

-Yok hala, uşaklardan para almayruk!

Yaa bir insan, ergenlik çağına girmeye hazır bir delikanlı, iki dakika içinde böylesine madara edilir miydi.? Kızgınlığımı, annemin bu cevap üzerine yüzüne yayılan tebessümün sıcaklığıyla geçiştirmeye çalışıyordum, ki Araklı’ya indik.

Araklı’ya inmek demek, benim için köşedeki gara fırından ekmek almak demekti. Ekmeklerin “guduğuni” yemekle ün yapmıştım ve beni sevindirmek isteyen kim varsa bana “gudukli ekmek” alırdı. Eh, sevenlerin başında annemin geldiğini söylemeye lüzum yok, ayaklarımız fırına yönelmişti bile. Annem koynundan para çıkarırken, ekmek için ayırdığı paranın minibüse ödediği parayla aynı olduğunu gördüm, ve elbette tebessümünün sebebini de anladım. Güzel annem, bana fazladan bir “gudukli ekmek” alabileceği için yüzünü çiçek bahçesine çevirmiş meğer..Ekmekleri ben aldım ve yolun karşısına geçtik. Durakta tüm Araklı’nın en renkli siması, Ali Osman!

Ali Osman’ı ben “Tiraddan Tiraddan” tiradlarıyla tanımıştım. Ali Osman dolmuş kahyasıdır, Tiraddan da Trabzon. Benzin istasyonunun önünde akşamı eder ve devrilecekmiş hissi veren magirus minibüslerine Trabzon yolcusu bulmaya çalışırdı, eğlenirdi, eğlendirirdi bol bol da küfrederdi, ayrımsız.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s